Layf iz hard in İstanbul

Sevgili blog. Ara ara aklıma bir şeyler yazmak geliyor. İnsanların Aftersun üzerinden ikiye bölünmesinden, (bana çok değdi/bana hiç değmedi/overrated/underrated) Gibi’nin ikinci sezonundan, Gibi hakkında ne okusam (çok iyi, yarrac gibi, kaliteli mizah, komik mi aq, Ersoy çok iyi, Ersoy çok gereksiz, Feyyaz tipsiz ama çekici, Feyyaz iğrenç ve modası geçmeli, leş mizah vb) hak vermemden, Kurak Günler’in sonunun sembolik ya da fantastik olduğunu düşünür ve buna inanırken E. A’nın Altyazı’ya verdiği söyleşide yoo hiç de fantastik olmadığını söylemesiyle kapıldığım -niyeyse- hayal kırıklığından filan bahsedecektim ki sonuncusundan biraz edeyim aslında, bence insanın yaratma süreciyle ilgili gizemleri bu kadar ortalığa dökmesinin kimseye faydası yok. Ben başından beri ne yaptığını bilen Tanrı gibi bir senarist hayal ediyordum ve bu salak hayalimle mutluydum ama E. A. belediyenin karısını değiştirmiş, gazeteciyi sonradan eklemiş, homoerotik gerilim katmış bilmem ne. İlla ki yaratma süreci böyle rezil bir şeydir ama çok mu lazımdı bunları bilmemiz. -Belki de obrukları Twitter’da 40 farklı biçimde açıklayan aşırı yorumlayıcı ukala seyirciden intikam almak istemiştir E. A. böyle yaparak, ne bileyim.

Ama esas sorunumuz, yani bu kadar çok ölüm biçiminin olabilmesi -kaldırımda yürürken, inşaatın altından geçerken, otobüse binerken, metrodan inerken, eylemde, karakolda, evde, balkonda vb.- hakkında nasıl hiç kimse bir şey yapmıyor, neden? -Ne yapabilir, kim?

Twitter’da bunların türlü türlüsünü görmek ve yetmezmiş gibi bugün Beyaz Fırın’da beklerken “gelirken su alsana burada 100 lira vermeyelim” dediğim Aliki’nin suya 8 tl verdiğini (“ikisine birden di mi?” “hayır.”) söylemesi bana şunu düşündürüyor: BOK MU VAR LAN İSTANBUL’DA? Neden hepimiz buradayız, onu düşündürüyor ve bunu cevaplayamıyorum.

Ankara’da hayat çok daha kaliteli mesela. Orada stres seviyesi çok daha düşük. Ankara’daki Aliki’yi bir türlü ikna edemiyorum ziyaretime gelmeye çünkü diyor ki: “Deprem.” Burada en az korktuğum şey yüzünden buraya gelmiyor ama burada yaşadıkça insanın normal algısı çok çok aşağı bir seviyeye iniyor ve enflasyon gibi bu rezilliği de kanıksıyor -işte bu olmamalı. Yerelleşmemeli. İstanbul’u yadırgamalı, her şeyine şaşırmalı, alışmamalı çünkü alışamayan insan çözüm arar, g.tünü kurtarmaya çalışır. Çok uzun bir zamandır bunu yapmıyorum.

Böyle zamanlarda Philadelphia filminin başlarında Tom Hanks ve Denzel Washington arasında geçen diyaloğu hatırlatıyorum kendime:

-Benden önce kaç avukata gittin?

-Dokuz.

İşte, çizgi filmlerin yaratıcı olmak adına bize öğretmediği bişey. Ele gelir bir sonuç alana kadar aynı şeyi on yüz milyon bin kere denemek lazım. İşte, Andrew Beckett denedi ve başardı.

Zamanın çok hızlı geçmesi

20 Aralık olayının üzerinden bir yıldan fazla olmuş. Madem zaman bu kadar hızlı geçebiliyordu, ben ilkokuldayken niye geçmedi. Bu beni hayrete düşürüyor çünkü 5. sınıftayken bu iğrenç çocukluk dönemi hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Yine o zamanlar, insanların yanaklarının nasıl sıkı olmadığını anlayamazdım. Şimdi de yaşlıların göz altı torbalarının ciddi ciddi sarkmasını ve milim milim yürümelerini anlayamıyorum. Ne korkunç, 70 yıl yaşayacak olan herkesin bunu kesin olarak anlayacak olması.

ŞŞ

Kurak Günler, Şule Gürbüz, Sigarayı Sevmek

Sevgili blog,

Kurak Günler’e Suç ve Ceza Film Festivali kapsamında 10 tl’ye gitmediğime ne kadar sövsem az, nice sövsem fazla çünkü destek, çünkü haksızlık.

Önyargılar çok kötü. SCFF’den Aliki vesilesiyle haberdar olmuştum, “Kurak Günler’e bilet aldım” demişti, “Bana da alsana!” demedim, “Pff, sıkıcı yerli filmler, Emin Alper mehh” diye düşündüm ki Kız Kardeşler’de de böyle hissetmiştim, bilmem nedendir, o da yanlıştı, o da saçmaydı, o da iyi filmdi. Kız Kardeşler’i bilgisayarımın g.t kadar ekranından izlerken sinemada izlemediğim için kızmıştım kendime, bu filmi ise büyük ekranda -ve de üçüncü sırada, ve de 107 liraya- izlediğim için memnunum çünkü içine girdim, çünkü beni içine aldı, hhh, nefesimi daralttı, asabımı bozdu.

Sanırım şöyle oluyor. Filmin afişi, insana bir şey söylüyor ve o şey yanlış anlaşılabiliyor. Ben iki gayın Taşra’da birbirine dokunma çabası olarak düşünmüştüm hikayeyi, bu da izlemeden itmişti beni, izlemesem de olurdu çünkü meehhh Brokeback Mountain’in TC versiyonu, hele seçim arefesinde hiç çekilmezdi; amma velakin ki meğer olay başkaymış gay olma meselesi yan hikayeymiş, homoerotikmiş.

Ben filmi çok sevdim, bir o kadar da sonuna kızdım. Çünkü başından sondan önceki beş on dakikaya kadar beni inandırmıştı, ama sonunda uzaklaştırdı ve yalnızca sembol-sever entelektüellerin, aydınlanmışların takdir edebileceği bir hikayeye dönüşerek kayboldu. İşte o kaybın yasını tuttum birkaç saat.

Emin Alper, acaba memnun mudur “Harika bir sondu!! O obruklar aslında şunu ve bunu temsil ediyordu!!!” diyenlerden, hiç sanmam. Sembolik şeyler eninde sonunda en çok yaratıcısını üzüyor çünkü herkes kafasına göre yorumluyor.

Zamanın Farkında

Ben Şule Gürbüz’ü okumadan önce, onu kendimden çok uzak, çok yukarıda, senden benden üstün ve aşkın, tasavvuf ehli, Elif Şafak’ın sahici versiyonu vb. sanırdım, meğer o içimizden biriymiş de hikayemizi süper edebi bir dille anlatabilmekle lanetlenmiş. Çok hoşuma gitti. Tutunamayanlar’ı sıkıla sıkıla değil de bayıla bayıla okumuş gibi dedim ki, Selim Işık yazsa, herhal böyle şeyler yazardı. Onu da Tutunamayanlar’ı okuduğum gibi kah sıkılarak, kah hayran olarak okudum. Ayıp mı? Utanmıyorum, yazar olabilseydim, böyle olmak bir şey olmak isterdim.

Sigara o.ç.

3 hafta içmedim. 3 haftanın sonunda bir de alkolle içmemeyi denedim, 1 ay önce sigarayı bırakmış Aliki’yle kadehleri tokuşturduk, “Sigarasız bira içmeye!” dedik, ilk biramı sigarasız içtim, 2.’de dayandım, üçüncüde kalkıp tekele gittim “Tek sigara satıyor musunuz” dedim, satıyordu, içtim, “Bir kadeh, bir sigara, o kadar” dedim, Aliki sinir oldu, “durmazsın”, dedi, durmadım, “beni de bozacaksın” dedi, bozmadım, eve dönerken sigara aldım, Aliki yattı uyudu, salonda sinsi sinsi bir tane daha yaktım, camları açıtım, şimdi 6.’yı içiyorum, keşke böyle olmasaydı. Ama keşke sigara, oç, yerine konacak bir şey olsaydı.

ŞŞ

Yevgeni Z., Son adlı dizi, g.t yabancı arkadaşlar

Geçtiğimiz gün toplantıda kurguculardan biri, hepimizin kendi çapında iyi iş yaptığını ama farklı editleme eğilimlerinden ötürü profesyonel görünmediğimizi söyledi ve “ortak bir dil” oluşturmak üzere belli başlı esaslarda anlaşmamızı önerdi. Bu ne demekti sevgili okur, bu oft demekti, bu mogrt demekti, bu “16 punto, bold, italik, pozisyona dikkat!” demekti. Biraz da Yevgeni Bey’in kitabının etkisiyle olsa gerek, bu düşünce ödümü patlattı ve dehşetle itiraz ettim. (yapmasak daha eyi :/)

Şunu okuyorum:

İlginç. Kitabı Siyasal’daki ilk senemde bazı arkadaşlarımın elinde görmüştüm ama bilimkurgu türünden de distopyalardan da hiç hazzetmediğim için alıp okumamıştım. Önsözü okuyunca küçük bir şaşkınlık yaşadım: Bandista’nın bir şarkısında geçen “ye yemeğini bak televizyona” dizesini “Yevgeni bak televizyona” diye anlamışım (Yevgeni ABD’yi eleştiriyordu Bandista da “Gör Yevgeni gör, yazdıkların bir bir çıktı” demeye getiriyordu) bu Yevgeni meğer SSCB’yi eleştiriyormuş, hatta bu yüzden sürgün edilmiş. Le Guin’in anlattığına göre sürgünde depresyona girip bok gibi şeyler yazmış ve ezik bir şekilde ölmüş. Hazin.

Şimdi okuyorum, şaşırtıcı. 100 yıl önce, böyle bir şey yazılmış, ala. Ama böyle şeyleri okurken insan kendisine sürekli yapıtın 100 yıl önce yazılmış olduğunu hatırlatmak zorunda hissediyor. Çünkü biri bugün böyle bir şey yazsa, daha önce hiç distopya yazılmamış, hatta siyasi roman bile yazılmamış olsa dahi biraz zarafet beklenir. Mesela denir ki, “olm okura o dünyayı anlatmanın başka yollarını bul, böyle günlük filan çok saçma.” Açıktan açığa günlüğe “bunları da yazıyorum biliyom çokh sachma ama yazmak zorundayım gelecekteki okuyucum çünkü anla, o yüzden pembe kağıtlar, antik ev, yeşil duvar, velinimeeeth….” falan, olmaz yani. O zaman olmuş ama. O zamanın okurları gerizekalıymış çünkü. Biz değiliz, ama biz de adil davranmak zorundayız. Entel olmalıyız. Harikulade zihnimizle bugün bir şeyleri 100 yıl önce yazılmış olduğunu düşünerek okuyabilmeliyiz. Zor be.

Bunlar düşündürüyor beni çünkü bu şu demek yani 100 yıl sonra birisi Y. Z.’nin kitabının çok iyi olduğunu ancak 20’lerde yazıldığını göz önüne alınca anlayabiliyorsa, 500 yıl sonra mesela bu da yetmeyebilir.

Son dizisi

Son diye bi dizi varmış. Twitter’da “beni en korkutan, tüylerimi ürperten tanıtım” diye paylaşmıştı biri, o vesileyle haberdar oldum. Hiç hatırlamıyorum böyle bir dizi olduğunu, kadro da iyi. Yiğit Özşener aynı anda iki kadına birden aşık olmuş ve ikiye bölünmüş birini canlandırıyor. İzleyici olarak genç Yiğit Özşener’e aşık olduğum için ben de izlerken ikiye bölünyorum. Leyla (gerçek adını bilmiyorum) olmak istiyorum, ama Nehir Erdoğan (dizideki adını unuttum) da olmak istiyorum. Böyle olunca N.E’ye diyorum ki ne kıskanıyorsun, neyi paylaşamıyorsun mal. (çünkü ikisi de benim aslında) Sonra aniden yabancılaşıyorum. Ben Leyla değilim, N. E değilim, ben odamda oturmuş dizi izliyorum, Y. Ö de 50 yaşında. O zaman insanların zihnini bulandıran pis Batı icatlarına çok kızıyorum çünkü insana hiç tanımadığı kişileri özletiyorlar.

Patlamadan sonra beni aramasını beklediklerim

İstanbul’da yaşamayanlardan oluşturmuştum listeyi. Ankara ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde beklediğim totalde 7 kişi aramadı/yazmadı. Bugün biri geç de olsa yazdı, sevindim. Kağıdı attığıma da üzüldüm, biraz daha beklenebilirmiş. Hem böyle şeylerin derdine düşüp hem de tırsmak ne tatsız şey.

ŞŞ

Ezel’in Finali

(SPOYLIRS)

Gerçekten beklemiyordum. Cengiz’in Eyşan’a tecavüz edip bıçakladığını biliyordum, sonra Cengiz’in öldüğünü biliyordum, ama Eyşan’ın ölmesini hiç beklemiyordum. Dahası bu bilgiler YouTube’daki “Cengiz’in ölümü sansürsüz” gibi başlıklarla birleşince ben Cengiz’in Ezel ve Ali tarafından beyzbol sopasıyla tecavüz edilerek öldürüleceğini düşünmüştüm. Son ana kadar her şeye rağmen bu kadar berbat bir ölümü hak etmediğini düşünerek ona acımıştım da, ama meğer millet küfürleri kastediyormuş, Cengiz gerizekalısı da köprüden düşüyormuş.

Çok üzüldüm lan. Hem üzüldüm hem kendimden utandım. İyi karakterler tecavüz eder mi aq, nasıl düşünebildim ki zaten böyle saçma bişey.

Neyse.

Dün gece bitirdim finali, sabaha karşı uyudum öğlene kadar kabus gördüm. Bunlardan birinde Cengiz’dim ve kendi evimi yakıyordum. Son anda kedimin içerde olduğu aklıma geliyordu, koşup kurtarmak isterken Ezel ve Ali arkamdan tutup engel oluyordu.

Vıcık vıcık melodramına ve Latin Amerika dizisi naifliğine rağmen karakterler o kadar iyi işlenmiş ki, insan ailesi gibi benimsiyor. Şimdi ben bunlarsız n’apıcam, eşim dostum mikado gibi görünüyor gözüme. Böyle maceralar yaşamadığıma üzülüyorum. Üçü gibi de arkadaşım olmaz, en fazla Ömer gibi olur, onu da kimse hapse falan atmaz, arkasından iş çevirmez. Meh.

ŞŞ

Ezel ya da Yiğit Özşener’in Gençliği Eyvah

Ezelli günleri hayal meyal hatırlıyorum. Üniversite son sınıftaydım ya da bir yıl önceydi, yanılmıyorsam sınıfımdan üç kişi finali bizim evde izlemişti, onlar televizyonlu odadayken biz Aliki’yle çıkıp onlara köfte ekmek almaya gitmiştik. İlk seyyarda bulamayıp Kızılay’a kadar yürümüştük. Geldiğimizde Ezel’in takım elbiseler içinde “mükemmel cinayet şudur, budur” diye sayıkladığını, bu esnada diğer karakterlerin çok pis g.t olduğunu hatırlıyorum. Hemen arkasından mükemmel cinayet anlatısının Yiğit Özşenerli versiyonu geldi. Asıl g.t olan bu kez Ezel’di, demek ki cinayet planı mükemmel değildi, aslında kendi mezarını kazmıştı filan. Sonra ben sanıyorum çıkmıştım odadan çünkü muhtemelen bunun arkasından üçüncü bir ters köşe geldi ve Cengiz kaybetti. (Ne bileyim, henüz ortalardayım ama Cengiz’in zaferiyle bitse herhalde bir şekilde duyardım)

Ben o zamanlar Y.Ö’nün bu kadar seksi biri olduğunu bilmiyordum, fark etmemiştim, şimdi yine animeye aşık olmuş gibiyim. Böyle bir adam, artık yok, en azından o zamanki haliyle yok. Hazin.

Aslında Ayrılma Kararı üzerine bir şeyler yazacaktım. Koreliler final yapmayı bilmiyor filan diyecektim ama daha önce de düşünmüştüm bunları. O yüzden

Ezel’deki sevdiğim şeyler:

-Kötü karakterlerin nedamet getirmeden belli bir kötülüğü koruyabilmesi, onlardan nefret edemememiz. -Mesela Cengiz. (gerçi belli bir yerden sonra kayışı koparıyor, henüz gelmedim ama oralarda nefret edebiliyoruz galiba)

-Ezel’in Eyşan’a olan karmaşık duygularının her zaman söze dökülmese de izleyiciye geçmesi.

-Eyşan’ı çözememek. Eyşan’ın Cengiz’e “Peki o sırada Ömer nerede olacak?” diye pis pis sorması, Cengiz’in “Hapiste!” dediğini duymak için. Mecbur kalmışsa bile zevk almış yani bu işten. Ne bileyim. Kötülük ederken eline yüzüne bulaştırmış, arkadaşını doğrama makinesine iterken kendini de kaptırmış üstü başı kan olmuş filan gibi gibi gibi derken -Erkek olsaydın sana çok pis aşık olurdum Eyşan.

-Kenan İmirzalıoğlu ve Cansu Dere’nin donuk oyunculuğu. Y.Ö’nün yanında bunların küçük iddiasız hatta belki kötü oyunculuğu çok zarif durmuş, yakışmış. Onlar da Y. Ö. gibi olsaydı dizi çekilmezdi.

Ezel’deki sevmediğim şeyler:

İnsanlar tam ölecekken bir şey olması ve tammmm ölecekken ölmemesi.

İnsanların mezarlıkta ağaç arkasında, gazete arkasında, tam o kişi oradan geçerken, tam o kişi oraya gelmişken orada olması ve işitmesi/görmesi/fotoğraf çekmesi. Bunu mantıklı kılmak için en ufak bir çabaya girilmemesi. (araya serpiştirilmiş saate bakmalar, o kişi orada otururken günün yavaş yavaş batması vb gibi)

Tevfik ve Ali arasındaki kedi fare oyununun fazla uzaması. -Gerçekten bokunun çıkarılması.

Hem kötü hem karizmatik-ürkütücü olan herkesin bir noktada mallaşması, süt dökmüş kediye dönmesi, g.t olması, fazla terlemesi, ezilmesi, onurlu ölmemesi ya da rezil olmadan geri çekilememesi.

Rıza Kocaoğlu sayko görünsün diye kısa kısa ve fısıldar gibi konuşurken bile rahat işitilsin diye yapılan mikrofon hilesi. (Gerçek hayatta böyle bi insanın hiçbi dediği anlaşılmaz, o da anlaşılmadığı için biraz daha uzun cümleler kurmak zorunda kalır, net.)

Kurguyu kesip biçip izleyiciyi şaşırtıp sersem ettikten sonra yine izleyici anlasın diye Ezel ve Dayı’nın karşılıklı birbirlerine yaptıkları muhteşem planı anlatması. Tane tane.

Müzik. Müzikler güzel ama bunlar yüzünden uyuyamıyorum, çok fazla aynı müzikler çalıyor (günde 9 bölüm izlememle de ilgisi olabilir)

Ezel dizisi gerçekmiş gibi düşününce kapıldığım hisler:

Olm Ezel sen dünyanın en sıkıcı insanısın. Samanyolu dizilerindeki her türlü pisliği yapan dinsiz arkadaşlarını kibar kibar hizaya getirmeye çalışan iyi kalpli mümin-mümineler bile senden daha eğlencelidir. Başına bir iş gelmiş, iftira atmışlar, tamam, kaldır g.tünü, çıkmaya bak oradan ya da kalacaksan ortama adapte ol. Bak Cengiz’e, intikam alacam dedin dedin adamı hapse tıktın ilk günden hem bıçaklandı hem dayak yedi iki gün sonra kumara oturdu. Adam 8 yıl kalsa belki çıkana kadar ortalığı birbirine katardı, belki içerde örgütlenir oradan hayatınızın içine ederdi, belki çıkınca yakanıza yapışırdı ama ne yapmazdı biliyon mu? 12 yıl boyunca sümsük sümsük intikam planı yapıp sonra da böyle kasıla kasıla “Bir zamanlar bir Ömer vardı” diye poz kesmezdi. Bak, yıllar sonra senin yaşadığını öğrenip, senin gibi işlemediği suçtan hapse girerken bile gitti dürüme bağladı. DÜRÜME BAĞLADI! Neden? Çünkü adam hayatı seviyor. Ama Ezel bebeyim, sen tam bir drama queensin. Kendine acımaktan başka bir s.k yaptığın yok.

Eyşan, 70. bölümde Cengiz’in sana yaptıklarını izledim, seni bu kadar seven böyle bebeksi bi insanı buna nasıl çevirdin ya. Allah senin belanı versin. Adamda en ufak bir psikopatlık yoktu, terk etsen ederdin, git desen bir iki ağlar giderdi, nafaka da alırdın, ama etrafında tut, gitmekle tehdit edip saçma sapan oteller aldır, sonra her şeyini alıp içeri atmaya kalkış, içerdeyken arkadaşı sandığı adamla seviş, çıkınca ağzına sıç. 70. bölümdeki Cengiz senin eserin. Allah cidden belanı versin salak Eyşan.

Günün şiiri

Yiğit Özşener gençken ben,

Kolej’de oturuyordum,

Okula gidip geliyordum,

En az seksen alırım dediğim

Sınavlardan kalıyordum

Yiğit Özşener gençken ben,

Kızılay’ı çok severdim

Çünkü güzel bir yerdi

Akşamları serindi

Ve de Özsüt her yerdeydi

Yiğit Özşener gençken ben

Dr House izliyordum

Henüz terk edilmiştim,

Onun yasını tutuyordum,

Dr House ise, öyle iyiydi işte, iyi geliyordu izlemek.

Yiğit Özşener gençken ben,

Sakarya’da içerdim

Gömlek pantolon giyerdim

Soğuk şakalar yapardım

Ve yapanları severdim

Yiğit Özşener.

Genç iken.

Ben.

(Güzel şiirimizin sonu, Ekim 26, 2022)

Günün ilginç bilgisi

Ezel’deki Dayı aslında Dursun Karataş olmayabilirmiş. (Hasktirrr) Ben bunu kesin bilgi gibi bir şey sanıyordum.

ŞŞ

Duvarların Arasına Hapsedilen Simsler Canınızı Alacak

Bugün düşündüm. Acı da taklit edilebilir mi? Yapay bilinç doğal bilinçten daha süper oluyor mesela. (Acaba taklidi kendisinden daha süper başka bişey var mı. Güneşten, sudan, gezegenlerden… -Örnekleri çoğaltamıyorum, doğal olan çok az şey var ve bilinç bunlardan biriyse çok acayip. –Bilinç doğal bir şey mi. Şimdi de bunu düşünesim geldi. —Doğal ne demek ki. —-Bilinç hep yoktu, belki gelişti, gelişmiş şeyler de doğal sayılıyor mu. /Niye sayılmasın. //Niye sayılsın. ///Bilinç gelişti derken ona da yapaylık katmış olmuyor muyuz. Maymunlardan bu yana çok sular aktı, o sular akarken medeniyet gelişti, kesin doğal olmayan bir şeyler karıştırmışlardır içine. ////Bilincime güvenmiyorum şimdi ve çok kızgınım. /////Şeyleri birbirinden ayırmak. Kapa parantez. Yapay acı da belki insanın duyduğu acının misli misli üzerinde olacak. Çünkü sinirler on yüz milyon bin kat çoğaltılacak. Mümkün mü.

Ex Machine

Filmde buna çok hafif giriliyor ama yalandan yalandan. Yaratıcısı eveeeeet inan ki zevk alıyor filan diyor Ava için. Çünkü kızın .mına bir sürü kablolar filan döşemiş. Öyle bi şey mümkün değil bir kere. Zevk yine almaz. Canlı değil ki. Ama yönetmen böyle bir şeye inanmış olabilir. O yönetmen ilginç biri. Annihilation’da da algılarımın ötesinde bişeyler yapmıştı. Belki de mümkün yani, kabloların nöronlara dönüşmesi. Belki de ciddi ciddi olabilir böyle bir şey.

Televizyonda gördüğüm ilk insanımsı robot Kemal Sunal’lı bi filmdeydi, sanıyorum robot Fatma Girik’ti. Filmin sonunda sevilmediğini düşünerek intihar ediyordu. Böyle şeyler ödümü patlatıyor. Simsleri dört duvar arasına hapsedip çıldırmalarını izlemek gibi, ama onun çok daha gerçekçi olanı. Sanıyorsun ki insan. Hiç kimse Windows’un sürekli yeniden başlamasına ya da devirli bölmenin içinden çıkamayan hesap makinesine üzülmez, ama koda elbise giydiriyorsun ve sanıyorsun ki trajedi.

Ama acı yaratılabilirse, o zaman sahiden trajedi olur. Cansız bi varlığa acı ve hazzı yüklemek. Bunu düşündüm. O zaman garip bişeyler olabilir. Annihilation’un ve Ex Machine’in yönetmeninin de hoşuna gidecek bir şeyler olabilir. Çünkü acı duygusu zaman algısını da doğurabilir. Acının var olması ve geçmesi. Derken acının yeniden gelmesi ihtimali. Geçmiş, şimdi, gelecek. Belki de buradan gelmişizdir. Bırrr.

ŞŞ

365 DNI

kadın da adam da çok hoş sayılmaz ama bence çirkin değiller

Aliki’nin önerisiyle bu boktan dizi filmin ilk bölümünü izledim. İzledik. Tam sevişirlerken (filmin yarısından çoğunda bunu yaptılar zaten) balkondan içeri karafatma girdi (bitişik mi yazılıyor emin değilim ama google’a yazmaya korkuyorum), çok iğrençti. Sandalyenin üzerine çıktım, Aliki karafatmaya terlik fırlattı. (Geçenlerde Twitter’da okuyup denedim, en büyük fobimi ismimin başına getirince hiç hoş olmuyor. Halbuki insanların Ölüm Vahit, Ayı İrfan, Yangın Semiha gibi süper kombinleri olmuş. Neyse.) Terliği kaldırmaya ikimiz de cesaret edemedik, bir süre başında durup bekledikten sonra oturup salak filmi izlemeye devam ettik.

Böyle şeyler beni düşündürüyor. Film çok kötü, onun tartışılacak yanı yok ama en azından female gaze’e oynanmış. O female, tabii pek çok female’i karşılamıyor olabilir, ama Aliki’nin “bu filmi ilginç bi şekilde kadınlar seviyo ama erkekler hiç sevmiyo” demesinin “erkekler kötü film sevmiyor/erkekler soft porno sevmiyor”dan öte bir anlamı olduğuna inanmak istiyorum. XXX de benzer boktanlıkta ve genelde erkeklerin sevdiği/kadınların pek sevmediği bir film sayılabilir mesela.

Bunun neyle ilgisi var?

Erkeklerin sevmeyeceği filmler doğrudan ya da dolaylı, feminizm için hayırlı bi’ olay bence. Bu tarz şeyler female gaze’i çeşitlendirebileceğimiz bir zeminin oluşmasını sağlıyor. Ne bileyim. (Bugün alışveriş yapmayı ve centilmen-ama-icabında-sert (sert-ama-icabında-centilmen de olabilir emin olamadım) erkekleri delirtmeyi seven kadını tatmin etmeye çalıştıkları gibi yarın da mesela hızlı arabalara ve rastalı erkeklere zaafı olan kadınlar için boktan filmler yapılmasını bekleyebiliriz. -Yeterince yapılmadığını düşünüyorum böyle şeylerin. O yüzden bu film iyi yani. Çeşitlilik yani. Yani önce nicelik sonra nit. Kendimden sıkıldım.

Komik ve saçma şeyler kadınların başına gelince neden tedirgin olunuyor

Bence online ders sırasında mikrofonu kapatmayı unutup seks yapmak baya komik yani. Ama “Norveç’te yaşamıyoruz” uyarınca özel hayatın gizliliğinden ve hayat boyu duyulacak pişmanlıklardan girildi, okumaya gönderdikleri kızlarına ağlayan anne babadan ve kırsaldan gelecek olası dayılara kadar hesaplandı. Bu hesap kitapların sürekli yapılması görmediğimiz yerlerin de aslında cehennem olabileceğini sürekli hatırlatıyor ve bilimum ‘onu giymesen daha iyi’leri ve ‘sokağa bu saatte çıkma’ları körüklüyor. Bu sürekli uyarılma. Bu korunup kollanma. Bunun sadece yan etkileri var. Pratikte ise zaten bir s.ke yaramıyor. Yani sen bunun geyiğini yapmasan ve sosyal medyada yaymasan da eğer işin içinde bıçaklı silahlı abiler ve dayılar varsa iş tatsız bir yere varacak.

Bence olaylara “çok güzel keyfimiz var” diyen adamın kemiklerinin bulunmasına yaklaşıldığı gibi yaklaşmak daha sağlıklı olurdu. Bazı şeylere “hay allah be o kadar da gülmüştük niye böyle oldu ki” diyebilmenin daha sağlıklı olduğuna inanıyorum.

Keşke kadın ve erkek aynı anda olmasaydı.

Aşk-ı Memnu’daki Nesrin

Ne kadar iyi oynuyor.

Günün dehşetli düşüncesi

Atilla Taş, yıllar önce David Copperfield’in sırrını ifşa etmişti. Şimdi adam adayı bildiğini söylüyor. Bırrr.

ŞŞ

Render alamadım, save edemedim, duşta ağlayamadım

Sevgili blog bazen bir şeyi yanlış yaptığım hissi. Herkesin doğru yaptığı şeyi yanlış yaptığım hissi. Ve artık çok geç olduğu için soramamak. (Ben dinlenirken onlar öğrendi, şimdi öğreneyim diyorum ama yaşlanmışım aq)

Bilgisayarım g.t olduğu için neredeyse iki aydır frilensırım ama mobil değilim (üç elim var ama üçüncüsü sakat gibi bişey) Geçen hafta işlerimize “renk katmamız” istendi, ama hay aksi, tatile çıkmam gerekiyordu, bu yüzden şirketin verdiği bebek laptopla yola gittim. Buradan katarım rengi dedim (güzel İzmir), ama katamadım, yerine güneşin altında yattım, denize girdim, ayı gibi yedim, erkenden uyudum. Ayrıca wifi zayıftı ve şirketin laptopunu (ş.l.) sahile götürmek, ş.l ile porno sitelere gitmekten daha riskliydi. Dört günün sonunda yaptığım işe karşılık “pm, bu olmamış” denildi (şaşırmadım) ve benimle aynı işi yapan kişilerin işlerine bakıp biraz yol yordam öğrenmem söylendi. Haklısınızefenim dedim, izledim, yapmam gerekeni yaptım, 3 gün 3 gece kafa patlattım, ikinci denememi pazar günü sisteme yükledim, pazartesi denildi ki, “pm, bu da olmamış.”

Üçüncü denememi herkese (2 kişiye) izlettim (YETERİNCE DİNAMİK Mİ, BÖYLE ADİDAS REKLAMI GİBİ OLMUŞ MU?) ama it gibi gerginim. Eğer bu da olmamışsa, Adnan Ziyagil’in dediği gibi: “Yani, bunu düşünmek bile istemiyorum…”

Bugün 3 kez Envato’dan indirdiğim templatelerle boğuştum. Üçünde de yaptığım şeyin neye benzediğini göremeden Pr kilitlendi, her defasında auto-save’den medet umdum, her seferinde beni yüzüstü bıraktı (düşün sevgili, auto save’e giriyorsun, bekliyorsun ki emeğinin karşılığı değilse de ona yakın bir şey gelsin, ama hayır, auto save’in son işinde sen daha doğmamışsın, hatta senin için sevişilmemiş, donlar bile indirilmemiş, anan baban tanışmamış, hatta onlar da doğmamış) Sonra sövdüm bilgisayarıma, komşular filan duysun dedim, bene-na, kalemlikteki kalemleri gelişi güzel fırlattım, yelpazemi kırmaya yeltendim, kıyamayıp bıraktım, sonra dedim ki bari duşa gireyim damn it, duşta ağlamak istedim ama tam ağlayacakken hırsımdan duşun başlığını kırdım ve boruların her yerinden tazyiksiz sular fışkırdı, kıyamet gibiydi ama renderlanmamış, tel maşa bir kıyamet, binlere bölünmüş, gücünü ve işlevini yitirmiş, anayasa gibi, iktidarsız sevgili gibi, fabrigagızıgibi. Daha da hırslandım ve çıkarken duşun kapısını kırdım. Neden her şey benden daha az gürültülü, NEDEN.

(Ben çıldırıyorum hırsımdan, beni çıldırtan objelere hiç.bir.şey.olmuyor.)

Böyle zamanların cinleri

Böyle zamanlarda evrenin bilinçli olduğunu, benim bu acılarıma tanıklık ettiğini, bununla eğlendiğini, durumumun çok hoşuna gittiğini, bundan deli gibi zevk aldığını, hatta orgazmlara filan ulaştığını hayal ediyorum. Bu küçük, minik, salak felaketleri başıma musallat ediyor ve ellerini çırparak uzaklardan seyrediyor. Herhalde bir benimle uğraşmıyordur, hepimiz elinde oyuncağızdır, böyle bir evren ne kadar da sikko olurdu. Düşün.

-Düşündün mü hiç?

-Öf, hayır.

Eski çağlarda buluşan insanlar

1997 yılında İsviçre’ye gitmiştim ve cep telefonu icat edilmemişti. Ben, tek haneli bir yaşta, ayrı bir ülkede, dayımı görüp tanımıştım ya aklım almıyor, süpermişiz. Arada, ergenken intiharı düşündüğüm gibi, simkartımı bir bardak suyla yutup telefonla ulaşılmaz olmayı hayal ediyorum, geçen hafta 3 günü telefonsuz geçirdim ve bunun çok yanlış bir hayal olduğunu anladım. Ergen intiharı denli yalan, telefon olmayınca adresleri bulamıyorsunuz, arkadaşlarınızla buluşamıyorsunuz, ayrıca sarhoşken telefonunuzu zorla verdiğiniz seksi insanlar sizi deli divane arıyor ve ulaşamıyor. Bu, nasıl diyeyim, çok üzücü.

Eşeğini kaçırmışlar uyuyamamış

Aliki’yle niyetlendiğimiz Baba Zula konserinin pazar günü olması hasebiyle keşfettiğim bu beyi (kendisi cumartesiydi heyhat ben muhteşemliğine ayılmamıştım ve meeeh buna da gitmeyelim demiştim) çok sevdim, keşke daha çok -keşke dünyanın bütün şarkılarını coverlasa.

Bu şarkı çok güzel, Nikılıs Keyc’in oynadığı domujlu filmin eşeklisini şarkı yapmışlar, sucuk yapmışlar, öyle.

Bir kez daha aşk-ı memnu

Sevgili blog Aşk-ı Memnu’yu yine izlemeye başladım ve yine bir şeyler fark ediyorum. Mesela sondan bir önceki bölümde Behlül’ün Bihter tarafından tutulan ellerini burnuna götürüp bir an içi gidip sonra skym kurtulmalıyım bu illetten deyişini fark etmemişim.

Sonra şeyi de… Bu ikisinin arasındaki hiç de aşk değilmiş. Bir bok yemişler sonra da yediğimize değsin demişler. Daha ziyade Bihter demiş.

Bir de Behlül’ü anlamaya başladım bu defa, insan elinde büyüdüğü amcasını, çocukluğunu birlikte geçirdiği insanları nasıl terk edip gitsin (bunlara nasıl ihanet etsin kısmıyla kendi de yüzleşemiyor salak) Bihter’in birkaç aylık kocasına sırtını dönüp gitmesiyle B’nin ki bir değil, onun üzerine fazla gelinmiş. Gereçi Aliki’yle paylaştım bu görüşümü, uçkuruna sahip çıksaydı o zaman demeye getirdi.

Bu defa Kanal D’de izliyorum, ses kesilmeden, ama yorumları okumak için YouTube’dan da açıyorum aynı anda. Bu diziyi gerçek zamanda izlemiş olduğum için mutluyum. 14 sene öncesi çok eski geliyor ama perşembe akşamları dün gibi yakın.

Zam

Bugün zam talebimin (üç aydır haftada bir tekrar ettiğim talep) yüzde 90 olacağını söylediler. Ben salak bunu yüzde 90 zam gibi algılayıp fazla sevindim. Şimdi söylenen bebek zammın bile yüzde 10 olmayabileceğini düşünüp geriliyorum. Yıl sonuna kadar budur PM dediler, peki yıl sonundan sonra iki misli olur mu? “Böyle bir şey gündemimizde dahi değil.” Peki.

Almanya’da nasıl bu işler, dedim, videocular 4,5-5 bin bandında kazanıyormuş galiba? Yok canım, brütmüş o. Olsa olsa 3.5 alınırmış, o da çok sağlam bir portfolyo ile. Kafamı taşlara vurayım, keşke 5 yıl önce kurgu değil yazılım öğrenseydim. Yazılımcı ihtiyacı hiç bitmeyecekmiş çünkü tuvalete bile yazılımla gidiyormuşuz. Doğru.

Neden sinirlenince g.tümüzü değil dişimizi sıkıyoruz?

Ciddi ciddi, stresin neden böyle güzel etkileri olmaz? Geçen hafta yine diş plağımı çatlattım, enflasyon yükseldikçe daha fazla sıkıyorum, sonra gidip plağa para veriyorum, sonra ona verdiğim parayla yiyip içebileceklerimi düşünüp daha da hırslanıyorum. Doktore hanım dedi ki “sebebini bulman lazım”, sebebi belli, bulaşık deterjanı fiyatlarına bakıyordum. Aliki dedi ki, “tesbih çek”, eğer sevmiyorsan çaktırmadan cebinde çek (çok yanlış anlaşılabilir cepten tesbih çekmek) vücuduna zarar vermeyen bir takıntı geliştir. Mantıklı aslında. Düşüneceğim bunu.

Ebru Şallı ile g.t eritme egzersizlerine başladım. E. Ş’nin enerjisi beni sinir ediyor. Eğlenceli bişey yapıyormuşçasına o sinir şeyleri yapmak, illet. Aslında yoga iyiydi, karantina döneminde bunu rutine bağlamıştım. Karantina döneminde pek çok şeyi rutine bağlamıştım. Bi’ karantina daha olsa, birikenleri halletsem.

Atarlı LinkedIN

Yeni mezunlara çok ciddi bir atar gider var. Bugün LinkedIN’de yaşını başını almış bir bayın yakınmalarına rast geldim, yeni mezun gençler çalıştıkları yerde stajları bitip de kadro alır almaz LinkedIN’de titre’lerini editör yapıyormuş. “SEN NE ZAMAN GAZETECİ OLDUN”lar bitmeen şimdi de bu. Onu da yazmasınlar. İmzaladığım ilk sözleşmede titre’im editördü, karakola ifade vermeye gittiğimde polis beyler sistemde “editör” seçeneğini bulamamıştı. Aliki “Ay gazeteci yazın!” demişti. Ama işte, birileri muhtemelen s.k kadar maaş alan yeni mezunlara devletin sisteme tanımlamaya bile üşendiği bir titre’i de fazla görüyor. Vah.

ŞŞ

Ortaköy, Öfke, Ölüm ve Meme

Kleinus

Geçen hafta Aliki İstanbul’a geldi. Akşam yemeğe çıktık, sonra sahilde kahve içelim dedik, sahildeki tıklım tıklım cafelerde yer bulamayınca ona Ortaköy ve Beşiktaş arasında kalan ve içinde oturursak denizi izleyebileceğimiz cici bici cafe’den (Feriye) bahsettim. Tercih eder miydi? Neden etmesindi. Yürüdük. Yarım saat. Korkunçtu. (Aliki yolculuğumuz sırasında “İstanbul’un cehennemi eğlence kültürü”nden yakındı, daha önce geldiğinde bu kadar kötü değildi) İnsanlar kafalarını, bacaklarını, kollarını arabaların çeşitli yerlerinden çıkarıyor, martılar kaldırımdan, insanlar caddeden yürüyor, kıllı adamlar tarih öncesi bir Türkçeyle bağırıyordu. Dikkatimi çeken Aliki ve benim ödümüzü patlatan bütün bu korkunçlukların turistlere “eğlenceli” görünmesiydi. Onlar yolda darbuka çalmaya çalışan veya arabalardan fırlayıp bağıran kafalara gülümseyerek bakıyor, woaaaa, yeaaaaa gibi sesler çıkarıyordu.

Kabataş Lisesi’ni geçince Cafe’nin sandığım gibi ortada olmadığını, hatta neredeyse Ortaköy girişinde olduğunu fark ettim, üstelik cafe ve restoranın kapanış saatlerini karıştırmıştım. O kadar yolu geri dönmeye mecalimiz olmadığından saçma sapan bir “Ortaköy’de oturalım bari” teklifinde bulundum. İlk kez bayram haricinde Ortaköy’e gelmiştim, dehşetliydi.

Ortaköy aşırı kötü bir yermiş

90’larda Ortaköy’e geldiğimde “gençleri” görüp çekinirdim. Sanki diğer semtlere göre burada gençlerin sayısı yaşlılardan ve çocuklardan daha fazlaydı. Gençler Metallica tişörtleri filan giyer, ağaç kenarlarına oturup bira içerdi, kafaları renkli tokalı kadınlar, uzun saçlı adamlar “abi” diyerek konuşurdu. 90’ları aktif anlamda yakalayamadığım için üzülüyorum. Belki yine gömlek giyer saçımı da atkuyruğu yapardım, küçük çocukların ilgisini çekmezdim, ama Ortaköy’ü en azından Kadıköy kadar sevebilirdim. Bu kalabalık, bu kokular, bu gürültü, tatsız yemekler ve çay… Üzücü.

Vasiyet ayarları değişikliği

Geçenlerde “Facebook şifreniz…” diye bildirim aldım. Durduk yere. İşkillendim ve güvenlik ayarlarımı değiştirdim, girmişken “ölümümden sonra ne yapılacağı” kısmına da tıkladım. (Çünkü ya öldüm sanılırsam ve hesabım iyi niyetle ailemden birilerine verilirse, sonra ölmediğim anlaşılırsa ve ömür boyu bu utançla yaşamak zorunda kalırsam) Feysbuk bana pis pis sorular sordu ve iki şık ortaya koydu:

Ölümümden sonra hesabımı yakınlarıma bla bla…

Ölümümden sonra hesabımı sil.

Lan, aşırı sinir oldum. Ölümlü olduğum bana hiç bu kadar açıkça bildirilmemişti. Ne kadar emin olsa da insan, bazı şeyleri açık açık söylendiğinde idrak ediyor. Seçmesem yine idrak etmeyebilirdim ama gittim ikinciyi seçtim. Çat diye bildirim geldi ölünce hesabınız silinecek diye. Bok. Şimdi bunun derdindeyim.

Aslında memeyi düşünüyorum

Aliki’nin önerisi üzerine Haset ve Şükran’ı okudyorum. Ya ben bunu daha önce okumuşum ya da bir yerlerde alıntısını görmüşüm çünkü “Yorum niçin bu kadar geç gelmiştir, üstelik çok da uzundur.” cümlesi aklımda kalmış. İşte Kırmızı Oda’da görmek isteyeceğimiz bir replik:

“Yorum niçin bu kadar geç geldi doktore hanım? Üstelik çok da uzun. Sizin yüzünüzden çağrışımlarımı da unuttum!”

Bu kısa ve acılı kitabı bitirmeye çalışıyorum koridorlarda emeklerken kafasını duvarlara çarpan bebe hayali eşliğinde. O bebenin memeyle kurduğu ilişkiyi çözersem benliğim bütünleşecekmiş, analist tüm benliğime seslenebilecekmiş ve terapi bir şeye yarayacakmış. Hazin. Çocukluğuma inmek için bu kadar debeleneceğimi bilseydim o dönem daha dikkatli olurdum.