Bildiğin Gibi Değil Üzerine

 

IMG_6687

Kitap Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın, çocukluğu 90’lı yıllarda “bölgede” geçmiş olan insanlarla yapmış olduğu söyleşilerden oluşuyor. Bana yine Metis’in Siyahbeyaz dizisinden çıkmış olan Memedin Kitabı’nı hatırlattı. Sorular metnin içine yedirilmiş, bu sayede yüksek konsantrasyon sağlayıp tanıkların hikayelerinde boğulabiliyoruz. Sindirebilmek adına her gün bir söyleşi okunabilir; ama bence boşuna uğraşmayın yine sindirilemiyor. Anlatılanların abartılı, uydurma olduğunu düşünmek aklınızı korumak adına iyi bir yöntem olabilir; ama bence buna da çok gerek yok çünkü bir an için delirdiğinizi zannetseniz bile bir kaç gün sonra unutacaksınız. (En azından bana böyle oldu, Tanrım iyi ki de böyle oldu).

Aşağıya kendi okuma deneyimimi  yazacağım, niyeyse böyle yersiz bir şey yapmak geldi içimden.

***

Bu kitabı kendimi üçe bölerek okudum. Şimdi biraz yorulmuş ve umuyorum ki az da olsa değişmiş olarak başladığım noktaya geri dönerken, diğer iki okuyucuyu kendimden ayırıyorum. Onlara İki ve Üç diyeceğim.

İki, kitabı oturduğu/yattığı yerde okudu ve bu yüzden Üç’ün hayli gazabını çekti: Bırak o elindeki zıkkımı, kıs müziğin sesini, bölümü bitir öyle git nereye gideceksen -ama İki inadına rahatını hiç bozmadı. Olmadık yerlerde, sayfalarına yediği meyvelerin suyunu akıta akıta, sigarasının külünü üzerine düşüre düşüre, bir oturuşta değil de canı çektikçe okudu kitabı. Bu yüzden ben İki’yi tam da kitapta hikayelerini anlatan insanların yakındığı umursamaz, düşüncesiz batılılara benzettim, ama böyle bir yorumun, tarafından pek yüzeysel bulunacağını bildiğimden sesimi çıkarmadım.

Üç İki’yi, batılı ya da Türk olduğu için değil, yalnızca duygusuz ve sorumsuz olduğu için suçluyordu. Bu kitapta yazanları okuduğuna göre İki, artık “bilmediğini” söyleyemezdi. İlle de çevresindekileri bilgilendirmek, onları olan bitenlerden haberdar etmek zorunda değildi ama hiç değilse biraz olsun öğrendiklerinden rahatsızlık duyabilir, içinde yazanların hatırına kitaba saygı gösterebilirdi.

İki, Üç’ün saldırılarını şuna benzer deyimlerle savuşturdu:

Başa gelen çekilir.

Ateş düştüğü yeri yakar.

Herkesin derdi kendine.

Ben kendisini empati yapmamakla suçladığımda İki biraz daha ileri gitti ve buna gerek olmadığını söyledi. Kitapta konuşanlar zaten vardı, bizim burada olduğumuz gibi. Batı ve Doğu vardı. Türkiye ve Kürdistan da olabilirdi adları. Aslolan oranın buraya uzak olduğu kadar, buranın da oraya uzak olduğuydu. İki kitapta anlatılanlara benzer şeyler yaşamamıştı, muhtemelen de yaşamayacaktı. Yaşamadığı acıları yaşıyormuş, kalbinde duyuyormuş gibi yaparak kendisini ya da başkalarını kandırmasına gerek yoktu. İnsanın anadilini konuşamaması/anadilini konuşmak istediği için dayak yemesi/akrabalarının sokak ortasında vurulması, kaybolması ya da işkenceden geçip yara bere içinde dönmesi “anlaşılabilecek” bir şey değildi. Bu ancak yaşanır, yaşanmadığında da yanlış anlaşılırdı. Benim kitabın olmadık yerlerinde gözlerimin dolması tam da bunu gösteriyordu:

“Diyor ki dersleri ancak dördüncü sınıfta anlamaya başladım. Ee, ne var bunda? Ailen sen yedi yaşındayken Türkiye’den kalkıp Almanya’ya gitse aynı sıkıntıların benzerini sen de çekmeyecek misin? Bunda ağlayacak ne var?”

Pek tabii bunun üzerine Üç’le birlikte İki’nin verdiği bu saçma örneği eleştirdik: Hiç de aynı şey değil.

İki’ye göreyse bir dilin yabancı bir ülkede kullanılmamasıyla kendi topraklarında yasaklanması arasında o dili konuşan çocuk açısından bir fark yoktu, o halde gözyaşlarım iddia ettiğim gibi “tamamen insani” filan değil basbayağı siyasiydi.

Üç, İki’nin duygusallığımla ilgili yaptığı eleştirilerine kısmen hak veriyor, merhamet ve minnet (bu ikincisi İki’ye göre ilkinin mükafatıydı) gibi duyguların iki halk arasınaki duvara bir tuğla daha koymak anlamına geleceğini kabul ediyor, bununla birlikte yaşanmayanın anlaşılamayacağı meselesinde İki’den ayrılıyordu. Üç’e göre insan insanı anlardı, tatsız olayları doğrudan tecrübe etmek acının ya da öfkenin ancak şiddetini değişebilirdi. Buna rağmen bazı şeylerin bir türlü karşı tarafca anlaşılamamasının ve benim gibilerin bu şeyleri anlayabilmek için İki’nin alay ettiği türden empati kurma çabalarına girişmesinin nedeni aslında olmayan ama varmış gibi gösterilen duvarlardı, ki bu duvarlar İki’nin siyasi dediği şeyin ta kendisiydi.

Üç bir çok kimlik gibi Kürtlüğün de mecburiyetten ziyade tercih olduğunu söylüyor, huzur içinde, paraya para demeden yaşayabilme şansı varken gırtlağına kadar belaya batmayı seçmiş Kürt ve Türklerden örnekler veriyordu. İki bunların karşısına Kürt olmakla beraber Türkçeyi anadili gibi öğrenip konuşan, batıya gidip büyük başarılara ulaşan ve kimsenin kalkıp da etnik kökenini kurcalamadığı iş adamlarını, bakanları, sanatçıları çıkarıyordu.

İsimler birbirine karışırken İki’yle Üç el sıkıştılar ve beni kararsızlık içinde bırakıp gittiler. Şimdi kitap elimde soruyorum: Bilmediğimi anladığıma kendimi nasıl ikna edebilirim?