Tol’ün, kendisini üç defa okumuş bir hayranı olarak Merhume’den çok da umutlu değildim. Bazuka büyük bir hayal kırıklığıydı. Har’da Bazuka vardı. Merhume ise Tol’ü unutturacak denli Bazuka’nın yazarının elinden çıkmış bir kitaba benziyor.
Yine de kitabı okumuş olduğum için hiç pişman değilim. Karşıma çıktıkça göz gezdirdiğim ve bir kaç paragraf okuyup umutsuzluğa kapıldığımdan tek birinin dahi sonunu getiremediğim “nasıl yazıyorum” minvalli metinlerin ardından kendime hep sorageldiğim bir kaç sorunun cevabını nihayet Merhume sayesinde bulmuş olduğumu sanıyorum. Aydınlanmama okuduğum en güzel ve en berbat kitapların yazarı vesile olduğu için de çocuklar gibi şenim.
//Şimdi “Aslında o kadar da şen değilim, keşke tekel bayii açık olsaydı.” diyecek olsam, bu yalnızca anlam akışını bozduğu için değil, merkezi, metnin içinde değil dışına taşırarak kaydırdığı için de rahatsız edici olurdu, değil mi?
“Ama ben bunu bilerek yaptım.”
Olmamış Evren Tunga, keşke eleştirilerin ışığında yazarın metnini yeniden elden geçirseydin.//
Daha fazla saçmalamadan konuya giriyorum. Saf okuyucu olarak Merhume’de alaycı, hatta agresif bulduğum bir ton var ki bunun yazarın eril dilinden çok okuyucuyla kurduğu ilişkiden kaynaklandığını sanıyorum. Kitap okunmak istemiyor. (Bu ciddi ciddi kitabın suçu, kötü yazılmış ve bunun farkında). Yazar da yazdıklarının okunamayacak denli tutarsız ve karmaşık olduğunu bildiğinden olsa gerek, suçu gizliyor; ama bu gizleme işini göstere göstere yapıyor. (Agresif bulduğum kısım bu). Bu işbirliğinin sonucunda çıkan kitap da bitmiş bir işten çok yazılacak olan asıl metnin taslağına benziyor. –Sanki M.U. biraz daha sabretseymiş ortaya güzel bir şey çıkacakmış ama bir sebepten aceleye getirmiş ve yüzüne gözüne bulaştırmış.
Böyle bir yazar, aslında var
Kaleminin gölgesini yazdıklarının üzerine hiç düşürmeyen yazarlara hep hayranlık duydum ama niyeyse onların yazdıklarından pek o kadar tat alamadım. Belki bu bilinçli iz bırakmama çabasını sezdiğimden, belki de sezdiğimi zannettiğimden, büyük yazarların tembel okuyucusu olarak onların kendini gizleme çabasından ben yorgun düştüm. Tol, yazarın izlerini fazlasıyla gördüğüm ve o haliyle sevdiğim, keşke ben yazmış olsaydım dediğim bir kitaptı ve ikinci defa elime aldığımda onu sahiden kendi kitabım olduğunu farzederek okudum; hatta üçüncü okumamda biraz daha ileri gidip keşke şurayı şöyle yazsaydım diye yer yer hayıflandım.
Merhume ise beni ne yordu ne de Tol’de olduğu gibi kitabı marazi biçimde sahiplenmeme imkan verdi. Yalnız onu okurken (okuduktan sonra değil) kendimi dayak yemiş gibi hissettim.
Merhume’de yazarın yapması gereken, metnin anlamlandırılması işi okuyucuya bırakılmış; ama bunun karşılığı (ne okudum şimdi ben?) yazar tarafından önceden kestirilmiş olsa gerek ki kerameti kendinden menkul bir eleştirmenle okur iknaya çalışılmış.
Okur kitabın başından sonuna kadar esir, ama kime esir olduğu belli değil. Okuduklarıyla belli duygulara kapılması, olup bitenlerden bir takım dersler çıkarması istendiği belli. Neye gülüp neye kızacağımız, neyi olağandışı bulup, neye ah u vah edeceğimiz hep önceden gösteriliyor. Ama yazar konuşmadığı için, duygularımızı harekete geçirecek şartları ölçülü bir mesafeden de sağlamadığı için, biz, girmemiz gereken yola biraz gönülsüzce hatta zorla giriyoruz.
Hal böyle olunca yana döne sığınabileceğimiz, bize yolun neden doğru yol olduğunu anlatacak bir ses arıyoruz hikayede, en nihayet insan seçimini anlamlandırmak ister değil mi canım! Ancak muhatap alınmıyor, hatta yok sayılıyoruz. Böyle bir çelişki, yaman.
Gizli efendimiz düğüm çözüldükten sonra ortaya çıkıyor ve kendisini yerden yere vurarak bize kaçmaya çalıştığımız ya da görmezden geldiğimiz ne varsa söylüyor. (Evet, kabul ediyorum, berbat bir kitap yazdım, ama hayat da haksız ve boktan) Peki bu katarsisin geleceği kitabın başından belli mi? Bence hiç de değil. Biraz da bu yüzden son kısım, taşları oturtan asıl temelin ifşasından çok alakasız parçaları bir araya getirmek üzere atılmış çatma düğümün ucuna yapılmış fiyongu andırıyor. Fiyonk çok güzel, latif şirin ama kitabın bütününe bakınca ayrıksı duruyor.
Görünen o ki M.U. da, ölçüp biçerek yazan yazarların çoğu gibi susmak bilmeyen ve cana okuyan ukala eleştirmenden mustarip. Yazdığı kimi paragraflar nice güzel, dolu dolu olsa da müşkülpesent eleştirmeni tatmin etmeye yetmeyince isyankar yazarımız tekrar denemek ya da kağıdı kalemi atıp yekten vazgeçmek yerine okuyucunun gözü önünde onunla didişmeyi seçiyor ve kitabı kan ter içinde nihayete erdiriyor –Yazan pişmansa okuyan bin pişman çünkü kitapta hala kan izleri var, leş gibi de kokuyor.
-Eril mi yani?
-Yok, o değil.
Gazete bayiinin önünde karşılaştığı iki “heval”in ve “beni dağa çıkar” demesiyle burnunun ortasına yumruğunu yiyecek olan dolmuşçunun karşısındaki ne yaptığını bilmeyen, saf ve şaşkın Yusuf, bana yazarın Kürtleri yeterince iyi tanımadığı endişesini taşıdığını düşündürmüştü ve Tol’de onlarla arasına koyduğu mesafeyi buna bağlamıştım. Har’ı okuduktan sonraysa yazarın gözünde kadınların Kürtlerden daha anlaşılmaz ve gizemli varlıklar olduğu kanaatine vardım. -Partneri yüzüne boşaldığı için ağlayarak tuvalete koşan kadın, Merhume’de bir kez daha karşımıza çıkıyor. Zaten en insani reflekstir bu, değil mi?- Bununla birlikte Merhume’de ötekileri anlatma işini büyüttüğünü anlıyoruz M.U.’nun ve “Kadınları ne kadar anlayabilmiş ki!” bir yazarın elinden LGBT bireyleri okuyoruz. Tatsız tuzsuz, kerestemsi kadın karakterler üzerinden yazarı cinsiyetçilikle suçlamak nice doğrudur bilmiyorum ama en azından bir yazar olarak, kendisinin anlatmaya çalıştığı karakterleri anlamaya çalışmadığı gibi bir eleştiriyi hak ettiğini sanıyorum.
Kitap ayol-şekerim ya da ulan-amk ikilisinden birini seçmeye mecbur edilmiş kadınlardan geçilmiyor. (Gerçi bu romanda erkeklere de ulan-amk dışında neredeyse başka bir yol bırakmılmamış, tüm feminist reflekslerimden azade olarak söylüyorum, üzüldüm; okuyucu olarak üzüldüm zira hepsi aynı biçimde konuştuğu için kitap boyunca Davut Vahdet, Hilmi Şerbet ve Alper Kenan üçlüsünü birbirinden ayırt edemedim). Bu çenebaz avratların tek birinde bile hayat belirtisi yok, tecavüze uğrarken ya da ellerini kana bularken bile. Evren Tunga’nın, başlangıçta erkek zannedilip sonradan kadın olduğunun anlaşılması da (bu hataya düşen tek okur olmadığımı sanıyorum) karakterin Türkiyeli LGBT bireyleri ne derece yasıttığını göstermeye yetecektir sanırım.
Karakterlerin silikliğine rağmen, kendilerini çevreleyen ortam fazlasıyla yüklü. İşin içine Kürtler de girdiğinde, artık bize anlatılanın aslında bir distopya olduğunu (ki bence olmamış) anlıyoruz. Tol ve Har’da belli bir seviyeyi aşmayan abartının Merhume’de haddi hududu yok gel gelelim karakterler, bu çağ yangınına ne odun atabiliyor ne de doğru düzgün tanıklık edebiliyor.
“Elli inçlik ekranda bir grup öfkeli genç Diyarbakır Valiliği’ni ateşe veriyor, spiker “Son üç ayda yedinci” derken kıkırdıyor, binanın önündeki göndere elinde sarı güneşli bir bayrakla tırmanan gencin sol gözünden alaca bir sıvı fışkırıyor birdenbire, armut misali düşüyor yere, “Son üç günde yetmişinci” derken spiker, kahkahayı basıyor…”
Oysa kitap bu kadar da berbat bir dönemi anlatmıyor. (çünkü distopya olamamış olmasından dolayı). Yukarıdaki cümlelerin spikerin ağzından çıktığı gibi değil de Evren Tunga’nın işittiği şekilde yazıldığı savunulabilir tabii; ama okuyucunun bunu bunu böyle yorumlayabilmesi için karakteri biraz olsun tanıması gerekmez mi? Gel gelelim Tol’deki Şair’in aksine Evren Tunga, siyasi duruşu anladığımıza göre hiçbir zaman pek de öyle savunmamış olduğu bir davayı satmış olmaktan ibaret olan, hayatla ve kendiyle kavgalı (Tol’ün Yusuf’unun yediği dayağın aksine, burada vicdan azabı duymasını gerektirecek bir şey yok oysa, bu yüzden suçluluk duygusunun sebebi hikmetini, ben anlayamadım) bir erkek, hayır kadın karakter olarak zuhur ediyor karşımızda, hakkında gayrı bir şey bilmiyoruz. Ancak sıkıntıyla telefonundaki penguenlere eğilmesinden güç bela anlıyoruz ki, ülkenin gidişatından memnun değil.
Bu eleştiri iması da romanın geneline hakim olan kara mizah gibi yetim ve sahipsiz. Karakterler yazarın aklına övgüler düzmek üzere sıraya girmişçesine okuyucuya oynuyor, eleştiriyi sırtlanabilecek denli üzerlerine düşünülmemiş olduğu için, ağızlarını açıp iki laf ettikten sonra yine yaratıcıyı işaret edip sahneden çekiliveriyorlar. Peki Merhume’deki kıyamet manzarasını görebilmek için kimin gözünden bakmalı?
Cevabı koca bir hiç.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.