Sevgili blog,
Biraz üzgün, fazlasıyla şaşkınım. Etrafımda olan bitenleri anlayamıyor olsaydım, en azından çaba gösterir, daha fazla okur, daha çok insana kulak verirdim; ama anladığımı sanıyorum. (Sağduyum yanıldığımı söylüyor). Her şey bana o kadar tanıdık, alışıldık, aynı görünüyor ki! Şaşkınlığımı korumakta bile artık zorlanıyorum.
“İrtica” sözcüğünün dilden düşmediği haber bültenleri, tartışma programları daha belleklerimizde tazeyken, bu sözcüğün anımsattığı en güçlü simgelerden biri olan masum yüzlü ve başı örtülü ilkokul çocuğu şimdi demokrasi, inanç özgürlüğü ve millet iradesi adı altında çıkıyor karşımıza; yüzünü okul reklamlarında, eylem fotoğraflarında gördüğümde bu noktaya nasıl ve ne ara geldiğimizi sorguluyorum. Yine de beni asıl düşündüren, hakim söylemin bir kaç yıl içinde yüz seksen derece değişebilmiş olmasından çok, medyanın değişime hızla intibak edebilmesi ve propagandanın tarafsızları, hatta karşıtlarını etkileyebilme gücü. Özellikle hassas konularda bu o kadar iyi yapılıyor ki, muhalifler bile dayatılan doğrulara itiraz ederken gizliden bir suçluluk psikolojisine girebiliyor.
Bunu yalnızca kendime değil, bugünlerde nadiren de olsa televizyonda kendine yer bulabilen karşıt seslerin tartışırken takındığı hal ve hareketlere bakarak söylüyorum. Suçluluk psikolojisi belki biraz fazla oldu; acaba inançsızlık mı demeli? Bugün birkaç istisna dışında, gidişattan hoşnut olmayan milletvekilleri de gazeteciler de hoşnutsuzluklarını dile getirirken sesinin tonundan yüzündeki mimiklere kadar o denli sükunet içinde ve durumu kabullenmiş görünüyor ki, atılan fiskeler, tahtı yerinden oynatabilecek bir darbeden çok onun tozunu almak için yapılmış bir hareketi andırıyor. Muhaliflerin ekranın diğer tarafına geçemeyen öfkeleri ve şaşkınlığı giderek silikleşirken, biz izleyenler de onlar konuştukça daha da farkına vardığımız adaletsizlikleri iyiden iyiye kanıksıyoruz.
Bir yolu daha olmalı bunun, tabii, üst baş paralayıp külhanbeyi gibi bağırmak dışında. Zarif ve mağrur bir yolu.
Ahmet Kaya çocukluğumdan hatırladığım tek muhalif olmalı, bunun dışında beni sahiden şaşırtan, şaşırtabilen, “Bu adam/kadın bunu sahiden söyledi mi?” dedirtmiş birini hatırlamıyorum. Kendisi, o zamanki adıyla “Güney Doğu’daki Terör sorunu” gündemin baş sırasını işgal ededurur, gazeteler şehit haberleri ve “ölü ele geçirilen teröristlerin” fotoğraflarından geçilmezken, Siyaset Meydanı programında, botlarıyla bir PKK militanının cansız bedeninin üzerine basan askerden bahsedebilmişti. Bu yazı onunla ilgili değil ama lafı ona getirecekmişim gibi oldu. Özür.
O dönemi hayal meyal hatırlayan, bugünün muktedirlerinin, kimi zaman satır aralarından sızan, kimi de sosyal ağlardaki sövgülerinden taşan intikam sarhoşluğuna tanıklık eden neslin bir mensubu olarak, bu kin ve hesaplaşma döngüsünün memleket üzerinde sürüp gidebileceğini, bunun pek tatsız bir vaziyet olduğunu söyleyebiliyorum. Bunu söyleyip aradan çekilmek sağlam ve onurlu bir duruş olsagerek. Yetmez ama evetçiler, o güzel atlarına binip gittiler, şimdi ortalık pek öyle münezzeh değil. Peki tarafların giderek birbirine daha çok benzediği, inançların değersizleştiği bir zaman ve mekanda susmalı mı?
Lafı şuna getireceğim:
Bu kitapta güzel bir cevabı var.
Kitap tarihe geçmiş uyum ve kopuş davalarından bahsediyor. Adından anlaşılabileceği gibi uyum davalarıyla mahkemenin meşruiyetini sorgulamayan, hakimin ikna edilmesi ve suçluyu suça iten nedenlerin açıklanması üzerine kurulu savunmalar kastediliyor.
“…cüppelilerin, yargıçların, savcıların ya da avukatların gözünde, normal dava, uyum davasıdır. Büyük harfli Adalet bayrağının kıvrımları altında hayal görenler, ulusal savaşın iç savaşa açıldığı, iç savaşın evrensel niteliğe büründüğü bir tarihi evrede, tıpkı diğer savaşlar gibi cesaret ve feragatle, hile ve zalimlikle sürdürülen bu savaşı hiçbir zaman anlayamayacaklardır.”
Kopuş davalarında ise sanık, hesap vermek yerine kendisini sanık sandalyesine oturtan sözüm ona adaleti sorguluyor. Yine yazarın kendi sözcükleriyle özetleyecek olursak:
“Ceza davasının üslubunu belirleyecek temel özellik, sanığın toplumsal düzen karşısındaki duruşudur. Düzeni kabul ederse dava mümkündür; gerekçelerini ortaya döken sanık ile değerlerine saygı gösterilen yargıç arasında bir diyalog kurulur. Sanık eğer düzeni reddederse, hukuki mekanizma dağılır; bu bir kopuş davasıdır.”
Kopuş savunmaları (defense de la rupture) tanımı Verge’e ait değil, yanılmıyorsam ilk kez Marcel Willard tarafından “Savunma Suçluyor” (La Défense Accuse) adlı kitabında kullanılmış. Verges’in kitabının Türkçe adı -orijinal ismi “De la Strategie Judiciaire”- biraz bu kitaba göz kırpıyor gibi.
Kitabın kopuş davalarından örneklerin yer aldığı üçüncü bölümünün sonunda FLN davaları yer alıyor. Burada Verges, kendisinin de bizzat savunmalarını üstlenmiş olduğu FLN tutsaklarının, mahkemedeki iktidar oyununu nasıl bozduğunu anlatıyor. Bu kısımları okurken FLN militanlarının aslında orada olmadığını seziyorsunuz. Sanık sandalyesinde oturmuyorlar, hatta duruşma salonunda bile değiller. Zamanın çok ötesinden, kurtuluşa ermiş ve bir şekilde sömürgenin kurduğu mahkemeye sürüklenmiş özgür insanlar onlar, orada çok kalmayacaklarını biliyorlar. Bakışları yargıçları delip geçiyor, sözleri mahkeme duvarlarını aşıyor. Nihayet dünya kamuoyu seslerini duyduğunda davanın seyri değişiyor ve FLN sanıkları kendilerini yargılamak üzere kurulmuş mahkemeden zaferle çıkıyorlar.
Verges, bu zaferin temelleri arasında en başta FLN tutsaklarının davalarına duyduğu güvene işaret ediyor. Taraflardan birinin haklı, birinin o kadar da haklı olmadığını söylemek bile neredeyse dile getirilmesi ayıp bir şeye dönüşmüşken bu kitap, yalnızca bir kopuş savunmasının nasıl olduğunu değil, sanık sandalyesinde olsun ya da olmasın, kimsenin savunmaktan vazgeçmek gibi bir lüksü olmadığını hatırlatıyor bir anlamda.
Son olarak yazarın, Küba Yüksek Mahkemesi’nin, 125 silah arkadaşıyla hükümeti devirmeye çalışıp başarısız olan Fidel Castro’yu yargılarken niçin kapalı oturumu tercih ettiğine kendince açıklama getirdiği şu satırları da alıntılamak istiyorum:
“…paralı askerler niçin Fidel Castro’yla halkın önünde tartışmayı kabul etmediler? (…) Cesaret mi? Fidel Castro kuşkusuz cesaretten yoksun değildi, ama tüm paralı askerlerin cesaretsiz olduğunu söylemek de haksızlık olur. İnançların içtenliği mi? Kimi istilacıların içtenliğinden, Batı’nın serbest teşebbüs ve parlamento rejimi değerlerine besledikleri inançtan kuşku duymak için hiçbir neden yok. Halkla bağlantı eksikliği mi? Tayyareci Powers, Amerikan kamuoyunun kendisine büyük sempati duyduğunu muhakkak ki biliyordu, gene de Moskova’da sıradan ve pişman olmuş bir casus gibi davrandı. Buna karşılık casus Sorge, savaşın tam ortasında, Tokyo’nun yalnızlığında, Stalin tarafından terk edilmişken -başka türlü olabilir miydi?- bir asker davranışı sergiliyordu. Bütün kısmi açıklamaların ötesinde, sanığın seçiminde, koşullar veya tehlikeler ne olursa olsun, temel bir öznel öğe rol oynar: Bu öğe, sanığın kendini adadığı davaya duyduğu güvendir. Ölümden güçlü bir kardeşlik duygusudur.”
*Kitabın yazarı hakkında ilginç bir belgesel için şu linke bakılabilir.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.