Öğlene Kadar Uyumak, Parazit

Haftanın beş günü çalıştığım dönemleri düşünüyorum -ve şükürler olsun bundan fazla çalıştığım olmadı- o zaman da çok keyifli değildi. Ama mesela, cumalar kıymetliydi. Ve pazar akşamları hüzünlüydü. O zamanlar daha çok okurdum, daha sosyaldim, kültürel aktivitelere filan daha bir katılırdım. Şimdi zaman o kadar uzuyor ki, sonu gelmiyor.

Canımı en çok sıkanı güne geç başlamak. Sanki gün, belli bir saatte başlıyor ve ben yapılması gereken her şeyin yapıldığı o çok kıymetli saatleri -09.00-13.00- kaçırıyorum. Bu boşluk kapanmıyor, ne kadar uğraşsam da. 8 saatin üstünde uyumanın getirdiği baş ağrısını saymıyorum.

İşsizliğin ilk birkaç ayında, “gece insanı” olma fikri cazip geliyor. Herkes uykudayken -aslında bizim apartmanda kimse gece uyumuyor- sabahlara kadar bir şeylerle uğraşmak, üretmek, ne bileyim… Sevdiğim yazar ve sanatçıların çoğu da gece çalışırmış, bu mesela hoşuma gitmişti. Ama bir arkadaşım “napıyon gece oturunca sanki” dediğinde ona hak verdim. Evet yani öyle ele gelir bir şey üretmiyorum genelde. Olsun. Yine de gece insanı olmak güzel.

Ama melatoninler varmış, onlara canım sıkıldı. Bu hormon gece 22 sularında salgılanıyormuş, ortamın karanlık olması lazımmış. Ben bilmiyordum bunu. Sabaha karşı yatıp öğlen uyandığıma göre, demek ki hiç melatonin salgılamıyorum. Kötü etkileri oluyormuş insanda çünkü bunların bildiğimiz seratoninle bir ilgisi varmış. İsveç’teki Norveç’teki intiharların sebebi bile kısmen bu hormonlarmış. O ülkelerde işsizlik yok gibi bir şey ama hava hep karanlık.

İşsizliğimin dördüncü ayıma giriyorum ama iş aramaya geçen hafta başladım. Şey tuhaf bir duygu… Yani bence başka hiçbir şeye benzemiyor, insan aktif şekilde sevgili aramaz mesela veya ne bileyim bir şeyin peşinde koşarsın ama para vermek için. Bu farklı, birileri seni çalıştırıp maaşa bağlasın diye kendini göstermeye çalışıyorsun ve doğru yere denk gelene kadar bu çaba sürüyor, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi. Bakıyorum mesela, başvuru yaptığım yerler linkedin profilime girmiş, profilim şu kadar tık almış, holleey seviniyorum. Veya bilmediğim bir numara arıyor, kalbim küt küt. Ama şimdilik beni alan çıkmadı yani, bakalım.

Parazit -SPOYLIRLI.

Parazit

Bu da biraz işsizlikle ilgili bir film. Fakirliği güzel anlatmış. Eleştirmenleri fikir birliği ettiği konu sanırım bu. “Koku süper bir metafor!” Bilmiyorum, kendini açık eden metaforları sevmiyorum. Adam omlet mi ne pişirirken, kızı söylemişti, “mesele koku, ondan kurtulamıyoruz.” Bodrumun, yeraltının, rutubetin, sefaletin kokusu. So what? Koku film boyunca burnumuzda kaldı. Bilemiyorum. Kış Uykusu’ndaki ayak kokusunun hakkını teslim ederim, bu ailedeki küf kokusu o kadar sinmedi bana.

Filmi sevmedim.

İlk yarısı Ömercik filmi tadında geçiyor. Fakir ama mutlu aile türlü şeytanlıklar yapar oyunlar çevirir, zengin evin prenses kızının kalbi çelinir, haşarı oğlan dize getirilir, Mercedes’e külot bırakılır, mendillere ketçap sıkılır -magic people voodoo people!- bir bakmışsın fakir ve mutlu aile zengin eve kapağı atmış.

İkinci yarı biraz Tarantino biraz Haneke -kafa göz yaran cinsten ama bu, o Haneke zarafetini ara ki bulasın- tadında. Bana sorarsanız, kestiği sahnelere kıyamayan -çünkü görüntü yönetmeni mi neyse o çok iyi iş çıkarmış gerçekten- bir kurgucuyla karşı karşıyayız. (bodrumdaki adam imdat diyordu mors alfabesiyle, evin haşarı oğlanı bunu çözmüştü. Yahu o sahneyi bari atsaydın! Kaldı havada, sebepsiz!) Defalarca final yapıldı (taşa sarılarak uyuyan adam, parti sahnesi, dağ yamacından evin ışıklarına bakan oğlan vs) ama bir türlü bitemedi. Eğer o sahnelerle kapanış yapmayacaksan o kreşendoların hikmeti nedir arkadaşım. Akıp gitmesine izin vermiyorsun ki! Gereksiz iddialı ara finaller, finalimsiler. Sonunda bir of çektim ki bütün salon benimle yıkılır sanıyordum, yıkılmadı. Yetmezmiş gibi filmi izlemeye beraber geldiğim arkadaşımla küs ayrıldık. Filmde çok güzel metaforlar varmış, ben anlamamışım. O kör göze parmak klişeler filan hep bilinçliymiş, bu yönetmen zaten çok büyük bir herifmiş. Kore filmlerinde komedi ve vahşetin bir arada olması ve böyle keskin biçimde ayrılması adettenmiş, alışmak lazımmış. (Tam bu noktada Old Boy şaheserini de ilk izlediğimde hiç sevmediğimi hatırlamadım değil)

Bilmiyorum. Ama alışmayı reddediyorum. En azından şimdilik. Yine de bu yönetmenin başka filmlerini izlemeden atıp tutmamalı.

Fakat söylemeden edemiciğim, o kanepe ve masaj sahnesi neydi ya! Kuzey Kore’nin büyükannesini bilmeyen cahil seyirciye laf anlatmaya çalışan yönetmen, seni kınıyorum, cahil ve tembel seyirci için seviyeni düşürme! O sahneyi doğru düzgün çeksen zaten seyirci Ri Chun-hee’yi tanımasa bile merak edip araştırır. Ama sen gittin adama bunu söylettin. Seyirci anlasın diye. Tıpkı elindeki telefona “Ne? Adresimi mi buldunuz? Biraz sonra eve mi geleceksiniz? Şimdi kapının önünde misiniz?” diyen karaktere söven ortalama seyirciyi üzdüğünüz gibi, üzdünüz beni de.