Sevgili blog.
Bugün niyeyse Yıldırım Türker’i hatırladım. Ben kendisini 15 yaşında filan keşfetmiştim, bir yazısı “devletle halay çekenin kolu kırılır” diye bitiyordu, çok etkileyici bir yazıydı. Sonra Radikal’deki yazılarını düzenli okumaya başladım, arşivini de epey kurcaladım. Övdüğünü sağlam övüyor, yerdiğini rezil ediyordu ve ben her yazısına hayrandım, beğendiklerimi kesip saklıyordum. Hayranlığım belki biraz abartılıydı, onu düşündüğümde -yani bir insan olarak Yıldırım Türker olma durumunu düşününce- kendimden, insanlığımdan, saçımdan tırnağıma kadar utanıyordum. (Adam peygamber gibi bir şeydi işte ne bileyim)
Gel zaman git zaman yazılarında kendi yazılarından alıntılar yaptığını fark ettim. (kaynak da göstermiyordu üstelik!) X ile tartılmak y ile tartılmaktır, tarihin en kanlı ve korkunç ironisi… gibi. Keyfim kaçtı, neden bilmiyorum. Kafamdaki yüce insan Yıldırım Türker imajı kırıldı, normal sen ben gibi birine dönüştü.
Bir insan, mükemmel olduğunun azıcık bile farkında olmayagörsün, gözümden düşüveriyor. Çok görüyorum bunu. E-posta yoluyla kendisine bunu neden yaptığını sorduğumu hatırlıyorum (“Çok üzülüyorum” gibi bir şeyler yazmıştım) Mail bir şekilde tarafına ulaşmadı ve ulaşmadığı bilgisi geldi. (Teslim edilemez) Bunu çok mühim bir işaret olarak yorumlamıştım: Yıldırım Bey’e bunu söylememeliydim. Söylemem halinde çok kötü şeyler olacaktı. (cevap vermeyecekti mesela ya da git iş bul diyecekti (demezdi tabii) ve benim iyice keyfim kaçacaktı)
Üniversite yıllarında Yıldırım Türker takıntım tekrar hortladı. Yıldırım Türker’in övgü yazıları, Yıldırım Türker’in yergi yazıları ve Yıldırım Türker’in kendini tekrarladığı yazılar diye üç farklı klasör açtım bilgisayarımda. (Gazete arşivlerim annem tarafından çöpe atılmıştı, mini mini böcekler sarmışmış çünkü evi) Bu klasörler sonradan evime gelen bir arkadaşım tarafından görüldü ve alay konusu edildi. Münasebetsiz çocuk ortamlarda hakkımda “Yıldırım Türker uzmanı” diye alaycı bir dille atıp tutuyordu. Fena gönül koymuştum. Bu şaka üniversite dönemim boyunca sürdü gitti küçük ama yüklü topluluğumuz arasında ve ben yine utandım. Oysa okuduğum bölümü seçme sebebim, yüzde seksen oranında Yıldırım Türker’di. (Yüzde yirmisi Nuray Mert olmalıydı)
Son ayılmam ise Radikal’deki fotoğrafının güncellenmesiyle olmuştu. (“Radikal yazarlarının fotoğraflarının aslına benzememesi” diye bir tespitte bulunmak için çok geç kaldım değil mi?) Büyük şaşırmıştım. Normal bir insan vardı karşımda, yaşını da belli ediyordu. Nihayet artık takıntımdan tamamen kurtulmuştum. Utanmıyordum da, hayranlık da duymuyordum.
Şimdi bugün işte, yine geldi aklıma. Ve merak ettim, acaba ne yapmaktadır ne etmektedir, güzel şeyler için jüri olmak dışında. Bir şeyler üretse de nasiplensek, belki -leniyoruzdur da bilmeden, kim bilir. Kayıp Şehir dizisinde danışılanlar arasındaydı mesela değil mi? Ne güzel diziydi, paldır küldür bitirdiler.
***
Bugün ben, yine bir muhabirlik işini elime yüzüme bulaştırdım. Panel izleyecektim üstüne de röportaj yapacaktım, paneli izlemesine izledim ama röportaj kısmı olmadı. Üstelik az daha tükenmez kalemimi kaybediyordum.
Kendi halinde küçük bir muhabir -pisi muhabir- ciddiye alınmaz. Hele bir de çalıştığı yerel gazete ise bence önünde hiç kapı açılmaz. Epey zorlaması lazım. Yukarıdaki başlığı bunu düşünerek attım. Bir arkadaş, laf arasında birinden -başarılı ama adı çok duyulmamış bir gazeteciden- bahsederken, bu ifadeyi kullandı. Hani, olmuş, ama daha olması lazım manasında. Hoşuma gitti. Yani gitmedi aslında. Arada aklıma geliyor. Ben daha “Burcu Karakaşlaşamamış” bile değilim. Acaba ne zaman Burcu Karakaşlaşamamış olurum. İkiden fazla tanımadığım insan adımı duysa yeter mi mesela? Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım dedi ki “Senin bu Burcu Karakaş takıntından kurtulman lazım” Bak sahi, hep onu düşünüyorum. Nedir bu gazetecilerden çektiğim?
Şimdi insan kendini, benzerleriyle mukayese eder değil mi. Ne bileyim bir Freud ile filan mukayese etmem kendimi. Ama Fisk ile, bazen edesim gelir. (Geliyor işte ne bileyim, az çevirmedim kendisini) Halbuse sanırım kendi kulvarımda değilim ve başka birinin hikayesini kovalıyorum. Bazı insanlarda gazetecilik kumaşı yok. Aslında, kendi adıma emin gibiyim bundan. Ama dolu dolu “gazeteci değilim” de diyemiyorum. Sanki birşeyler fazla. Olur mu canım x yapıyorsun/olur mu canım y’de çalıştın vs. Neyse. Kelimenin dar anlamıyla en azından, öyle diyelim. Az gazeteci var sahiden. Ve onlar çok güzel insanlar, yağmurda çamurda zapzarif yürüyorlar… Sizi seviyorum.
Gazetecilerde (bir ajansa/kuruma bağlı değil, taşın suyunu sıkan bağımsız gastecilerden bahsediyorum, yoksa herhangi bir kurum kadroya “Singer dikiş makinesi bile” alsa ona bi şekilde gastecilik yaptırır) gözlemlediğim bazı süper özellikler var:
*Habere koşmak, üşenmemek. -Ben genelde üşeniyorum. Üşenmediğimde de bir şey çıkmıyor. Çıkacak olduğunda da üşeniyorum. Böyle bir kısırdöngü.
*Kendi haberini yaratmak. -Haberi elime tepsiyle sunsalar hiç ederim
*Heyecanlanmak. -Bu bende var, ama kamerasız, ses kayıt cihazısız. İlginç bir şey olduğunda dibine kadar yanaşıyorum ve kendi kendime inanılmaz heyecananıyorum.
*Sevimli olmak. Altını çiziyorum, yalaka değil, sevimli olmak. Bazı insan kendinden sevimli/sempatik/dudu dilli oluyor. Böyle biri karşı tarafta, bu kız/bu çocuk güzel bir haber yapacak besbelli hissi uyandırıyor ve kişi yorgun argın ya da dertli tasalı da olsa söyleşmeyi kabul ediyor. -S.çtığım nokta tam olarak bu. Gerçekten, telefonda rica minnet röportaj sözü aldıklarım bile beni görünce kaçacak delik arıyor.
İşbu nedenlerden dolayı, ben gazeteci olamıyorum, korkarım olamayacağım da. Ama artık bir şey olmam lazım, vakit geldi yani.
***
Çocukluğumda olmak istediğim şeylerden en çok hangisi olamadım acaba. Sanırım ressam, en çok ressam olamadım. Yazık oldu, yetenekliydim de. Hala yeteneğini kaybetmemiş bir arkadaşım, ikimizin de işsiz olduğu zamanlar “Allah aşkına kim uzman yardımcısı olmak ister ki” demişti. (önce uzman yardımcısı sonra uzman oldu) Bu lafı işsizliğimde teselli olurdu bana. Henüz olmak istediğim şey olmamıştım ama boktan bir şey de olmamıştım, umut vardı yani. Belki başka birinin çocukluğunda olmak istediği bir şey olacaktım, (mesela içerik editörlüğü, bazı çocuklar da onu olmak ister ne bileyim) o da olumluydu. O zaman maaşıma gülenlere dolu dolu “Ben çocukluğumda olmak istediğim şey oldum! Siz ne oldunuz?” diyecektim. Yalan da olsa güzel bir laf etmiş olacaktım böylece. Ama gerekmedi. Kimse maaşıma bir şey demedi. -Ayıp çünkü niye desin ki.
Ama ben kendi kendime şunu düşündüm: Çocukluğumda aynı zamanda zengin olacağımı da hayal ediyordum. Yani sadece güzel bir mesleğim olmayacaktı, çatımda jakuzi olacaktı mesela. Çok değil 25’imde olacaktı bu. 24 yaşındayken bile hala bunu hayal ediyordum. Şimdi düşününce 60 yaşına kadar yaşasam bile çatıda jakuzim olmaz. Kaldı ki ülke şartları uygun değil böyle bir şeye. Hala ne zaman hayal kuracak olsam işler rayından çıkıveriyor, kendimi yedi kıtada birden görüyorum. Ama ne zaman ciddi ciddi geleceği düşünsem uykularım kaçıyor.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.