1 Aralık Dünya AIDS Günü

AIDS’in çağın vebası ve korkunç bir hastalık sayıldığı zamanlara yetiştim. Ve şu filmi izlerken çok ağladım:

Captuare

Geçen yıl konuyu haberleştirmek için biraz araştırmaya başlayana kadar, “eskisi kadar değilse de bir hayli korkunç” olduğunu düşünüyor, “AIDS kontrol altına alındı”, “tedavisi var”, “HIV yaşam kalitesini düşürmüyor” gibi söylemlerin HIV+’ler için bir züğürt tesellisi olduğunu sanıyordum. Sahiden de insan hakları alanında çalışan STÖ’ler ve aktivistler dışında bu durumu pek dile getiren yoktu. Onlar da, ne bileyim abartıyor olsa gerekti. Çünkü benim hayal meyal hatırladığım o korkunç AIDS vebasına ciddi ciddi çare bulunmuş olsa yer yerinden oynardı. Oynamadığına göre yeni bir şey yoktu. Halbuki var.

Önce şu: Aslında AIDS -yani edinilmiş bağışıklık eksikliği sendromu, sonradan gelişen bağışıklık düşüklüğü karşısında beliren semptomlar toplamı- hala berbat bir şey olabilir. Ama ilaçlar sayesinde bugün HIV+ birey o noktaya gelmiyor. Hatta gelse dahi -önceden HIV+ ile enfekte olduğunu öğrenip tedaviye başlamamışsa- ilaçlarla bu durum geriye döndürülebiliyor. -Tabii işin yine de AIDS olana kadar beklemememiz lazım, yani düzenli test yaptırmak lazım- Ve bugün kronik bir hastalık sayılıyor. Ölümcül değil yani.

Bunun neresi iyi diye düşünüyor olabilirsiniz. Ne de olsa hastalık, hele de geçmeyecek olan bir hastalık boktan bir şey olsa gerektir… Bence iyi değil. Zaten hayatta iyi olan ne var. Ama şöyle diyelim, ilaçları aldığınız sürece aslında hasta filan olmuyorsunuz. Hasta değilisiniz yani. Sadece her gün ilaç almanız lazım. Almazsanız hasta olacaksınız ama. Paradoksal biraz, ama güzel yani. Çünkü kan tahlillerinize baktırmanız gerekiyor CD4 seviyeleri için, bu düzenli tahliller de herhangi bir hastalığın erkenden teşhis edilmesini sağlıyor.

Susuz ölecek yaratıklar olarak hepimiz kronik hasta sayılabiliriz bir bakıma aslında, vücut tamamen özgür bırakıldığında -çünkü hayat boyu ilaç kullanacak olan bireyin bunu ilk öğrendiğinde ilaçları pranga olarak görmesi bir hayli olası- hiç de iyi bir şey olmuyor. Açlıktan susuzluktan kokarak ve belki kurtlanarak ölüyorsunuz. Bazılarımızın da bir tane hap alması, aslında iyi ya da kötü değil, sadece az rastlanan bir şey olduğu için ilk anda kulağa can sıkıcı geliyor.

Bir de böyle, herkesin yapmadığı bir şeyi yapıyor olmak, herkesin farkına varmadığı bir şeyin farkına varmanızı, hayatın tüyümsü ve kuşumsu uçuculuğunu hatırlamanızı sağlayabilir. Bence. Çünkü su içmeye çok alıştık ve hayatın ne kadar narin ve geçici, her an kayıp gidecek bir şey olduğunu pek anlamıyoruz, belki bir yakınımız ölmedikçe ya da bunun gibi bir hastalık ortaya çıkmadıkça. Ama gerçek bu yani, güzel değil, ama hepimizin gerçeği. 

Sonra da şu: B=B. Belirlenemeyen eşittir bulaşmayan bunun açılımı. İlaç düzenli olarak kullanıldıktan sonra bir noktada, HIV kanda belirlenemez hale geliyor, yani HİV+ birey olarak kan tahlilinizde HIV çıkmıyorsunuz. Ve bu noktadaki bir kişi, virüsü bulaştırmıyor da. Korunmasız cinsel ilişki yoluyla dahi. Bu yeni ve süper bir gelişme.

***

Günün anlam ve önemine yetişmek üzere geçtiğimiz günlerde şunu okudum:

20191201_161230

Yazarlar ve şairlerden HİV+ ile ilgili öyküler yazması istenmiş. Böyle projeler bence pek güzel olmuyor. Ne kadar yetenekli de olsan sipariş üstüne yazınca mı ne, pek bir şeye benzemeyebiliyor. Dersim Öyküleri diye bir kitap okumuştum ve o zaman hissetmiştim bunu. Hepsi inanılmaz tırt gelmişti, hiçbiri de aklımda kalmadı. Ama fikir güzel tabii. Bu kitapta da ben en çok Esra Türkekul’un öyküsünü sevdim. Yazarı tanımıyordum, intihar ettiğini öğrenince canım sıkıldı. Öyküsü hoş gerçekten.

Bu kadar. Dünya AIDS Günü de kutlu olsun. Bu vesileyle, 25 Mayıs Dünya Tiroid Günü de kutlu olsun. Onlara da yazık. Keşke onların da bir derneği olsa. Terapi seansları filan düzenleseler, ağlaşsalar, sen ne kadar zamandır tiroid hastasısın, nasıl fark ettin, benim iki lobu da aldılar, benim tekini aldılar ama yeniden ameliyat olmam lazımmış filan… Güzel olurdu.