Can Dündar’ı Sevmeyenler ve Halk Çocukları ve Halk Düşmanları ve İnsanlıkdışı Hazlar

5dfe804f0f25441050040033

“Vatan haini” Can Dündar’ı değil de Milliyet reklamındaki teyzenin “karşılıklı oturmuşuz konuşmuşuz mesela…” Can Dündar’ından bahsediyorum. Eski zamanların duygusal şeyer yazanı. Ortalık bu kadar karışık değildi, saflaşma hissedilmiyordu ve korku ülkenin batısında pek yoktu.

Onlu yaşlarımın başındaydım, ilk tanışmamız Tempo ya da Aktüel dergisindeki bir yazısıyla olmuştu. Fenaydı. Yazısında TCK’nın kadını düşürdüğü durumdan bahsediyordu C. D., ama nasıl diyeyim, kuvvetli bir ironisi vardı ve ben ironiyi gözden kaçırıp dümdüz okumuştum yazıyı. “Mesela tecavüz mü etmek istiyorsunuz, kolayı var… şöyle şöyle yapın 2 yıl yatıp çıkın”, “kahbe sizin sözünüzün üzerine söz mü söyledi, vurun ağzına iki tane, nasılsa nikahlı kocasısınız ceza filan almazsınız” gibi cümlelerin yazarı, basbayağı ciddiydi. Zalimdi. Korkunçtu. Dayakçı, tecavüzcü erkek kardeşlerine yol yordam öğretiyordu ve fotoğrafı da hay aksi çok sevimliydi.

Yazıyı birkaç kez tekrar okumuştum. Bazı yerlerde “yok canım sarkastik bu” diyordum ama bir noktada alaycılığını öyle bir koyultuyordu ki “yok yahu” diyordum, “bayağı bayağı ciddi bu adam”. Bir yandan da C. D’nin manyak olmadığı bilgisi vardı elimde, eve Milliyet alınmazdı ama Türkçe öğretmenimiz mesela bir dersinde “en sevdiği yazar olan Can Dündar’ın yazılarını okumadan güne başlamadığına” benzer bir şeyler söylemişti. Kendisi insan haklarına duyarlı, feminist bir kadındı. Kamyon çarpmışa dönmüştüm. Demek ki adam hem öyle hem böyleydi ve kadınlar feminist bile olsalar, kadın düşmanı, küfürbaz adamları sevebiliyordu.  

Ne zaman anladım yazıyı çok yanlış anladığmı bilmiyorum, dergi çoktan kaybolup gitmişti ve C. D. tabii ki ironi yapmıştı, ama öyle bir aydınlanma hali olmadı.

Üniversiteye başladığım sıralarda C. D. benim için Ece Temelkuran gibi bir şeydi. İkisinin de kalemi çok güçlüydü ve toplumsal-duygusal şeyler yazıyorlardı. Bir yandan da ikisinde de samimi olmayan bir yan görüyordum. E. T ile ilgili bu çok anlamlı gözlemi yapmamın sebebi kendisinin güleryüzü ve makyajıydı. Gözüne kalem çekebildiğine ve hala gülümseyebildiğne göre hayatla, dünyayla öyle ciddi bir kavgası olmasa gerekti. Ben ise kendini çok ciddi mücadelelere adamak üzere olan, her şeyle kavgalı ve dertli bir gençtim; makyajı, giysilerin uyumunu, neşeyi, iyi yemeği ve daha birçok şeyi reddediyordum. -Şükürler olsun ki ilk senemde gerçek devrimcilerle tanıştım ve meseleyi yanlış anladığımı gördüm. Uzamış ergenliğim iyice can sıkmadan sona erdi ve asık suratlılığımın dünyanın gidişatıyla bir ilgisi olmayıp mizacımdan geldiği anlaşıldı.

Devrimci arkadaşlarımın C. D ve E. T’ye (aslında ikincisini sevenler yok değildi, ama C. D. “ikiyüzlü”, “korkak” ve “yalaka” bir “küçük burjuvaydı”) antipatisine anlam veremiyordum, belli ki bir yerlerde bir şeyleri kaçırmıştım. Tamam Milliyet’te yazıyorlardı, ana akımın vitrin solcularıydı filan da (taş olsun bu argüman, bak ana akımda kimse kalmadı, gözünüz aydın mı?) C. D. neden korkmuştu, kime yaltaklanmıştı ve neye dayanarak ikiyüzlüydü? Bunları soramadığımı hatırlıyorum. Ortaokulda metalcilere “Metallica’nın nesi kötü” demek gibi bir şeydi, sanki bunu sorgulamam bile politik ve bilinçli gençlerin gözünde beni küçük düşürecekti.

Geçtiğimiz günlerde C. D.’yi gömen (yat aldı, kat aldı, yetmedi, milyon dolarlık evi beğenmedi) bir meslektaşı vesilesiyle düşündüm bunu. Kendisine dair hatırladığım son görüntü adliye çıkışında silahlı saldırıya uğramasıydı. Yani, değil aslında, sonra çeşitli yabancı kanallara çıktı. Ama Türkiye’den hatırladığım son görüntüsü buydu. O zaman, “karısı kadar olamadığını” -karşınızda kurşunlar bile varsa eğer amlıysanız yanınıza “kadar”ı yapıştırıverirler çünkü- söyleyip yine gömmüşlerdi adamcağızı.

Meslektaş bay, üniversite yıllarında tanıştığım devrimciler gibi düşünüyordu. Dünya nimetlerine tamamen sırt çevirme halinde değildi, ama mesela deniz manzaralı yalı değil de denizi gören küçük, mütevazı bir evi, “üçüncü dalga karton bardak kahve” yerine çayı, Nusret yerine Lades Menemen gibi daha kabul edilebilir, daha buralı, daha mütevazı zevkleri yeğliyordu. Onu dinlerken bir kez daha sorguladım, ben halk düşmanı mıyım?

Zekasına aşırı itimadım olan bir arkadaşım, ki şu aralar sosyal psikoloji üzerine doktora ya da post-doc yapıyor olmalı- kendine bayılmayan bir insan olmadığını, yerer görünenlerin bile aslında gizliden övdüğünü söylemişti. Dediğine göre zaten insanın egosu kendisini ciddi ciddi gömmesine izin vermezdi, eşyanın tabiatına aykırı bir şeydi bu: “Evet, sen de pisimuhabir kardeşim ve evet ben de, hepimiz böyleyiz, kendine hayran olan boktan canlılarız, sadece bazılarımız bunu iyi gizliyor bazımız gizleyemiyor”. Böyle demişti, ona hırlamıştım. Ben kendimi gayet güzel gömüyordum; bunu sinsi sinsi yaptığım için de savunma mekanizmam harekete geçmiyordu.

Şimdi emin değilim ne kadar doğru. Belki de emin olamadığında insan, böyle oluyor. Mesela bir şey yapıyorsun, doğru mu yanlış mı emin olamıyorsun. Bir zaafın var -pullu taşlı şıkır şıkır sunni kürkler mesela- toplum nezdinde yakışıksız, toplumüstülere sorsan zarafetten hiç nasiplenmemiş, ucuz, bayağı bir şey, ama sen düşkünsün işte. Seviyorsun ama cesaretini toplayıp üzerine geçiremiyorsun da. Böyleyken mesela insanın özeleştirisi samimi olabilir. “Lanet olası pulu taşlı şıkır şıkır sunni kürkler, meylim batsın, hasta oluyorum onlara”.

Buna benzer şeyleri düşünerek sorguluyorum, insanlıkdışı zevkleri olur da bir insanın yine de halk düşmanı olmayabilir mi. İkiyüzlü olmak o kadar korkunç mu. Gıybet yapıp yüzüne gülmek anlamında ikiyüzlülük değil de, tutarsızlık anlamında. Hani haksızlıklara kinleniyorsun, ama iştahın gram azalmıyor, hatta Hacı Abdullah Lokantası’na gidip çılgın hesaplar ödüyorsun.

Bir başka arkadaşıma, böyle olunca ikiyüzlü olmamak adına iki yoldan birini seçmek zorunda hissettiğimi ve korkarım seçeceğim yolun pullu taşlı şıkır şıkır sünni kürklerle döşeli olacağını söylemiştim. Arkadaşıma göre bu aptalca bir sorgulamaydı. Kendimi soktuğum cendere yapaydı ve her iki durumda da halk için bir şey değişmeyecekti. Ünlü biri olsam da bu böyleydi. 17 yaşında bir çocuğun siyah-beyaz dünyasıyla kendimi tartmama gerek yoktu, insanın büyük bir davası olabilir ve pullu taşlı… Peki, dedim, çatıda jakuzi? Hem çatıda jakuzim olsa hem de sosyalist olsam mesela olabilir mi, öyle bir şey? “Berlin Duvarını geri verin bana!” diye ağlayabilir miyim mesela, caiz midir? Bana çatıda jakuzi yaptıracak paraya kavuştuğumda zaten sosyalizm üzerine düşünmeyeceğimi söyledi, -ki şu anda da düşünmüyorum aslında- ayrıca duvarın altından çok sular akmıştı. (Bir de tabii C. D’nin o yazısının bağlamı farklıydı ve duvarı özlemle anması sosyalizmi de özlediği anlamına gelmiyordu)

Ama sanki, sosyalist olmamak değilse de sosyalizmin en iyisi olmadığını düşünmek kötü bir şey. Bir de C. D ve E. T., bence sosyalizmi severdi.

Yine bir yere bağlayamadığım bu yazımı sosyalizmi uzaktan sevme ihtimaliyle sonlandırıveriyorum:

“Seni uzaktan sevmek, Aşkların en güzeli,

Alıştım hasretine, Gel desen gelemem ki…”