Aliki’yle şu kitaplardan konuşuyorduk (kendisi sıkı bir doksanlar çocuğudur):
Bu konsepti Black Mirror film olarak hayata geçirmiş. Geçen yıl. O zaman epey konuşulmuştu ama bende merak uyandırmamıştı. (B. M. dizilerini de sevmezdim zaten) Dün onun gazına geldim oturup izledim. Aliki aynı zamanda da Netflix üyesiydi, ama filmi izlememi önerirken bunun önemini belirtme gereği duymadı. Ben de açtım izlesene/izleyelim/izlebilla tarzı bir sitede dümdüz izledim filmi. Bahsedilen interaktif kısmın sonlara doğru ve bir kereye mahsus geleceğini zannederek izledim de izledim. İlk cast’tan sonra seçeneğim olmamasına şaşırdım (allalla niye sormadı bana? -nasıl soracaktıysa) ikinci cast çıkınca yazılar bitene kadar bekledim. Bekledim ki sonunda eğer şunu seçiyorsanız şu siteye, bunu seçiyorsanız bu siteye gidiniz gibi bir şey desin ben de seçimimi yapıp devam edeyim. Derken bitti film.
Benim gibi epey g. zekalı varmış. Düşündüm, belki filmi bu şekil değil de o şekil izleseydim ben de 1 sene sonra bile heyecanla anlatabilen Aliki kadar etkilenebilirdim. Ama asıl olarak film bana şunu düşündürdü: Şimdi eğer Netflix üyesi isen, burada gerçekten de sana değen bir şey var aslında. Yani inanırsın-inanmazsın-saçma bulursun ama bir şekilde sana değiyor, seni içine katıyor. Ama Netflix’ten izlersen öyle, izlemezsen boşa düşüyorsun. İşte bu bana Tanrı ve ateist arasındaki ilişkiyi düşündürdü. Çünkü Tanrı varsa, insanın ona inanıp inanmaması meselesinde Tanrı açısından değişen bir şey yok gibi geliyor, ama böyle bakınca, aslında Tanrı için de tatsız. Kitaplar okunmuyor, mesajlar anlaşılmıyor, şifreler yok sayılıyor vs. İşte buradan çok güzel bir yere varabilecekken cehennemden korkup vazgeçtim.
Onun yerine Netflix seyircisine gönderme yapılan kısımda hissettiğim “Ana” seyircisi duygusunu açmak istedim. Doksanların bu tatlış absürt komedisinde bol bol (başrol oyuncularının güzel olmasının zorunlu olmadığı hoş zamanlar) “senarist öyle yazmış ben n’apayım” şakaları olurdu. Ve sanıyorum çocukluğumda bunu (bir de Kaygısızlar’ı) izlemeseydim absürt komediden anlamayabilirdim -çünkü bazı şeylerle geç tanışınca olmuyor, sanırım bu Nuri Bilge Ceylan tarzı sinemacılar ve Beckett tarzı yazarlar için de geçerli.
Bence dizi zamanının ötesindeydi. Belki de değildi ne bileyim. Aslında ondan da önce, benim yetişemediğim şu şaheser vardı:
VARSAYALIM İSMAİL
Türkiye’nin absürt mizahla tanışması acaba bu mudur? Düşünürüm bazen. Şu diyalogların zarafeti ve saçmalığı:
-Ne rüyası görüyorsun?
-Hiiç, kişisel rüya…
Ve düşünüyorum bu İsmail, Leyla ile Mecnun’daki İsmail abi’ye (kişiliğine değil de ismine) ilham olmuş mudur?
Who knows.
Yalnız L ile M bana hep “absürt komedinin Türkler (ve Kürtler) tarafından sevilecek hale sokulmuş” biçimi gibi geldi. Bu açıdan aslında hiç ısınamadığım da bir diziydi. Hele absürt komediyi L ile M ile keşfedenlerin bunu, türünün aşkın bir örneği sanıp etrafını küçümsemesine (GİDİN RECEB İVEDİK FİLAN İZLEYİN) hiç gelemedim.
ABSÜRT VE ABSÜRTTEN KAÇIŞ
Olmamışlığı ikincisindendi. Absürt gücü bal ile/zor ile ele geçiriyor, hatta kimine göre dizinin genel havasını domine edebiliyordu, ama bir noktada kaçınılmaz olarak yerini rasyonel akla bırakıyordu ki işte ossaat absürde bir türlü kanı ısınmamış seyircinin gönlü hoş oluyordu. (ama ben gibi pek çok insanı da kaybediyorlardı, yazık)
Bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum sevgili blog ama L ile M’den örnek bir diyalog uydurayım, şöyle bir şey:
-Biliyorsun Türk bakkallar ikinci dünya savaşında çok önemli rol oynadı….
-Tabii canım bakkallar olmasaydı şimdi dünyayı Avusturya Macaristan yönetiyordu.
Kaçış:
-Abi siz şu an ne saçmalıyorsunuz acaba ya!? II. Dünya Savaşı’na Türkiye katılmamıştı!
-Evet, ayrıca Avusturya Macaristan İmparatorluğu da I. Dünya Savaşı’ndan sonra yıkıldı!
-Gözlüklü çocuk doğru söylüyo. (X3)
Sonra ha ha ha ho ho ho.
GÜNÜN TESPİTİ





Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.