Çinliler gibi radikal yöntemlere başvursaydık, enfekte olanların evlerinin kapısına çivilerle tahtalar çakılsaydı, tepemizde drone’lar uçup maskesizlere “EVİNE GİT!” deseydi, sabahtan akşama boş sokaklar kimyasallarla dezenfekte edilseydi… Hiç olmadı sokağa çıkma yasağı gelseydi, kimse 6 ay filan demeyecekti ama şimdi diyorlar. 1 hafta değil, iki değil, dört değil, 2 ay değil.
6 ay ne be!?
Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, gençliğim eyvah.
“Ben sizinle aynı saatlerde uyuyup uyanmak zorunda mıyım?”
Yeni taşınan alt komşumuz gelip bunu dedi. Önceki alt komşumuzun evini narkotik basmıştı, gittiklerine sevinmiştim. Gelen gideni aratıyor.
Yarın işe başlayacağım ve ben de tavuk gibi erken yatmak zorunda kalacağım, sık dişini. Demedim tabii. Muhtemelen geç yatmaya devam edeceğim. Şimdi gerginim. Evin içinde nasıl yürüdüğüme dikkat ediyorum, saat daha 22 bile değil. Halbuki adam gece 02 03 filan diye çizdi altını. Bundan önce, Ankara’da otururken daha saçma bir şey olmuştu. Ruh hastası alt komşu gelip “Hocam ayağınız çok ses çıkarıyo’.” demişti.
-Gece…?
-Yok hocam genel.
-Genel derken yani sabah, öğlen, akşam…
-Evet hocam genel olarak, biraz daha yavaş yürürseniz…
Bu var ya, bu. Korkunç bir şey. L’Appartement filminde vardı bu, çok ses çıkardığı için komşuları kızıyordu Roman Polanski’ye (unuttum filmdeki adı neydi) adam öyle öyle kafayı yemişti.
edit: Filmin adını da unutmuşum, apartman başka bişeydi, romantik filandı. Neyse düzeltmiyroum.
The Platform (Spoiler’lı)
Yemeklerin gelişi bence çok iyiydi. Sofra geldiğinde çıkan bilgisayar hatasından bozma ses de iyiydi. Artıklara gömülmeleri de. Taxidermia ve La Grande Bouffe’ta vardı böyle iğrenç yemek yeme sahneleri, sevdim. Seslerin konuşma sırasında deforme edilişi de bence güzeldi ama anadilim İspanyolca olsaydı, altyazısız nasıl anlayacaktım bunu düşünmedim değil.
Derken üst kat, alt kat, tükürmeceler, pana cotta, küçük kız vs. Bütün bunlar metafor olmasaydı severdim ama sınıf/sistem eleştirisi için bunca gürültü çıkarılması canımı sıkıyor.
Belediye Otobüslerini Özlemek
Özlemek, vasat bir şeyleri… 30M mesela. Vapurdan inip ona binmeyi ve içerde üşüyerek beklemeyi… Barbaros Bulvarı’nda trafiğin tıkanmasını. Acep bir daha ne zaman olacak bunlar.
Birkaç saat önceydi, HaberTürk’de kelimesi kelimesine şu deli saçması diyalog geçti:
Didem Arslan -Batı da bunun hesabını vermeli. Batı bunun hesabını vermek zorunda değil mi, sayın Çiligniroğlu? Amerika bunun hesabını vermek zorunda değil mi?
Mehmet Çilingiroğlu -Ben Türk’üm…
-Sayın Çilingiroğlu?
-Tabii ki vermek zorunda. Ne oldu? Ne oldu Avrupa topluluğuna? Nasıl, İspanya’ya kim yardım ediyor? İtalya’ya kim yardım ediyor? Avrupa topluluğu hikaye… Aynı nasıl NATO biz savaşa girdiğimizde Suriye’ye… Hani NATO nerede? Bizim askererimiz ölüyor Suriyeliler için. Nerede NATO? Aynı şey. Yarın konuşalım…
-Amerika da dünya lideriydi. Amerika da dünya lideriydi. Nerede Amerika hocam?
-Ben Amerika’yı savunmuyorum ki ben size… Ben Türk’üm…
-Hayır hayır soru soruyorum. Biliyorum siz Türk’sünüz ben de Türk’üm hocam. İki Türk konuşuyoruz hocam. Şöyle yapalım…
-Ben de gurur duyuyorum.
-Ben de sizinle gurur duyuyorum.
Güzel güzel koronadan konuşuyorlardı, kahvemi aldım geldim, bu. Ne ara buraya geldi konu ve nasıl geliyor her konu buraya ben vallahi anlamıyorum. Amerika gelsin açıklasın.
Günün 1. Şarkısı
Fairouz otobüste tanıştığı “şeker gibi” birini anlatıyor burada.
Günün 2. Şarkısı
Bu iğrenç şeyi de paylaşmak istedim. Kimse takmazken ben maske takıyordum ulen! O zamanlar bunu dinleyerek sokaklarda yürümek çok güzeldi.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.