Çan eğrisi.

MR makinelerini bir nevi kişisel disco olarak düşünebiliriz.

Dark dizisini izlerken hissettiğim şey yüksek lisansta da olmuştu bana. Diziyi de bırakasım geliyor yükseği bıraktığım gibi. Bir noktada kafa açılıyor, şeyler berraklaşıyor, sezgiler galebe çalıyor ve diyorsun ki zihnin böyle çalışması çok anlamlı! O mesela pik nokta olsun. Ondan sonrası yokuş aşağı. Ardından gelen “gerizekalıyım ben” hissiyle birlikte anlama çabası da ortadan kalkıyor ve artık tezine katık edeceğin metinlere/senariste/edebiyatçıya -bana Borges okurken de olmuştu şimdi hatırladım- ciddi ciddi sinir olmaya başlıyorsun.

Bu yeni dünya işi olmadı bence. İkinci sezonu derli toplu bitirselerdi iyiydi. Artık takip edemiyorum.

Sıcak.

Havalar çok sıcak. Kışın yazı hiç özlemem ama bazen “yaz gelebilir, neden her yaz bunu özlüyorum ki, böyleyken de deli divane çalışmıyorum” diyorum. Ama işte bu yaz bir kere daha hatırladım, kışın az da olsa çalışabiliyorum, yazın bu hiç mümkün olmuyor. Beynim dışarı akacak sanki. Pervane havayı hafifletmiyor, açılan camlar içerinin ağır havasını dağıtmıyor, yaz kötü yani. Eski yazlar iyiydi.

Yılmaz Özdil’i anlıyorum.

Yılmaz Bey’in neden öyle yazdığını anlıyorum. Biri bana da blog yazmam için para verseydi veya yazdıklarımı bir sürü insan okuyacak olsaydı ben de bir noktada onun gibi yazmaya başlardım. İnsan her gün yazacak bir şey bulamayabilir. Sürekli bir şeylerden beslenmek zor, kaldı ki hep aynı şeyden besleniyorsan bunu dile dolamanın alemi de yok. Belki adam gün içinde çok yazılmayacak şeyler düşünüp sadece “şu yazıyı yetiştireyim” modunda sandalyeye oturuyor ve o an aklına gelenleri yazıyor. Bu zor bir şey olmalı.

MR makinasında uyumak

Geçen bunu düşündüm. MR makinası iğrenç bir şey. Panik butonu filan tutuşturuyorlar eline, o insanı hepten havaya sokuyor. Sonra korkunç sesler çıkıyor. -Aslında böyle bir müzik türü var galiba. Böyle yarım saat filan sürüyor. İşte orada uyuyabilen insanın rahatlığına sahip olmak isterdim.

İnsanın kendiyle çelişme hakkı.

Sanki çok görülüyor. Bunu yıllar önce galiba Perihan Mağden’in takma isimle yazdığı bir yazıda Elif Şafak’a giydirmesiyle birlikte düşünmüştüm, şu aralar çok sık düşünüyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla, E. Ş, bir röportajında yazmak için sessiz bir ortamı yeğlediğini, evinde mahreminde filan yazmayı tercih ettiğini; bir diğerinde ise kalabalıklar içinde, mesela güzel bir pastanede vs. yazmayı sevdiğini söylemiş. P. M’nin buradan vardığı E. Ş.’nin samimiyetsiz ve şekilci biri olduğu gibi bir şeydi. İnsan bence böyle de olabilir, ama bazen de değişir. Yani kendinde küçük bir şey görür ve onu büyütür. Sonra başka bir anda başka bir küçük şey görüp onu kovalar. Ne bileyim bir başka yazar -galiba Milan Kundera’ydı- yazdığı karakterlerin hiçbirinin kendini yansıtmadığını ama hepsinin eşiklerinde dolandığını söylemişti. İnsan olmadığı ve dönüşmeyeceği bir şeyin eşiğinde dolanabilir yani -feminizm, İslam,  veganlık vs.- tarihin belli anlarında bunu biraz ilerletebilir de. Me Too hareketiyle gaza gelir mesela ve -işte o noktada şöyle bir şey oluyor.

“Şunu retweetleyeyim.”

Sonra o dalganın etkisi geçiyor. Kişi yeniden nafeminist özüne dönüyor; ya da özüne daha yakın olan o şeye. Olmadığı şeyin eşiğinden uzaklaşıyor. Sonra mesela eşiği çoktan aşmış ve bir takım davaları büyütmeye devam edenlerin savunduğuna ters bir şey söylüyor günün birinde ve hooop, retweetlediği paylaşım karşısına dikiliyor: Demek ki savnumamıştın, demek ki samimi değildin, demek ki bla bla. -Çünkü herkes sözünün arkasında durmak zorunda.

Bu hiç de insanın doğasına uyan bir şey değil.

İnsan hiç de öyle tutarlı bir varlık değil.

Büyük büyük davaları satanlar belki her zaman gömülüyordu -eski solcuların zırvalamaları vs.- ama bugün sahiplenmeyen davaların destekçileri de gazaptan pay alıyor. Buna canım sıkılıyor. Depolitize olmak istiyorum, her anlamda. Öyle ki, hiç kimse karşıma çıkıp fi tarihinde ettiğim lafı karşıma koyup hesap sormasın.

Ee, ne oldu şimdi yani. İyi mi oldu.

ŞŞ