Uykusuzluğun Ruh Hali, Sürgünler ve Varılamayan Cennetler

07.30 gibi uyudum. İki saat uykuyla günü bitirmek üzere olmanın getirdiği betlik var üzerimde. Bu haldeyken Aslı Erdoğan’ın söyleşisini izledim.

İçim fena sıkılıyor.

Bazen rüyalarımda kendimi 65 70 yaşında görürüm. Uyanınca tam sevinmem, en iyi ihtimalle beni bekleyenin bu olduğunu bildiğim için. (“Daha vakit var” düşüncesi teselli vermiyor, dokuz yaşından beri) İkisini dinleyince öyle bir hal geldi üzerime. Belki biraz da uykusuzluktan. Bet bet. İki sürgünde insan. Siz ne harika işler yapmaya programlanmıştınız oysa. Şimdi Almanya’larda canınız sıkılıyor.

Sahiden hazin, kaotik bir üçüncü dünya ülkesinin sanatçısının/yazarının Avrupa’nın sıkıcı/soğuk/durgun bir ülkesinde… -bari Yunanistan’a gitse. Orada daha mutlu olur sanki. Neyse.

Umutsuzlukta “Umut her zaman var” diyen kişi… Ama sanki gözü tünelin sonundaki karanlığa bakarken söylüyor bunu. “Küresel ısınma durdurulabilir” diyen aktivistimsi. C. D.’nin söylediği gibi gelecek nesiller Aslı Erdoğan’ın kitaplarını okuyup, “Vay be ne günlerdi” demeyecek, hiç doğmayacaklar çünkü. Birkaç yüzyıla perdeler tutuşacak. -Niyeyse hep bunu düşünüyorum küresel ısınma deyince: Halılar yanacak, perdeler yanacak. Belki de böyle olmaz. Üniversitede Aliki, “Yok kız, evrimleşiriz” demişti. Bilmiyorum. Belki de öyle olur, 65 derece gölgede Aslı Erdoğan’ı okur gençler.

“Ne günlerdi?”

Can Dündar son kısımda “Geriye dönüp bakınca ne diyecekler sence? Gerçekten Cumhuriyet tarihinin en karanlık dönemini mi yaşıyoruz?” diye soruyor. Özetle öyle olduğunu düşündüğünü söylüyor Aslı Erdoğan. Bana öyle geliyor ki gelecek nesil her türlü hafife alacaktır. Çok tırt bulacaklar, kabuslarımıza gülecekler: “Amma da abartmışsınız yahu, o kadar da ‘şey’ değillermiş.”

Ne bileyim.

Belki ben geçmişe bakıp böyle söylüyorumdur da ondan öyle geliyordur. Bazı figürler o kadar yaşlandı ki, yaşlı hallerini bildiğimden onların gençliklerine bakınca da etkilenmiyorum. Pörsümüş starların gençlik fotoğraflarına bakıp “Bunları mı beğendiniz” demek gibi. 80’lerin adamları ve kadınları zevkimize hitap etmeyebilir. Moda değişir. Zalimler de değişir. Gelecek kuşaklar bugün ödümüzü patlatan figürlere bakıp mesela -Neyse.

Bunlar muhtemelen, “herkese olan” şeylerden değil, benim şahsi hezeyanlarım.

Aslı Erdoğan kemoterapiyi reddetmiş salgın dolayısıyla. Bu ortamda bağışıklık sistemimi çökertmeyi göze alamam, gibi bir şey diyor. İnsan başına gelene kadar iki kötüden birini seçemeyeceğini sanıyor, halbuki, ne kadar yazık, ciddi ciddi böyle bir yeteneğimiz var. Doktorlarının “Her saniye önemli” diye diretmesine rağmen o yine de bu yolu seçmiş, “Yoksa şimdi burada böyle oturup röportaj yapamayacaktım” vs diyor. Bunu söyleyince, “Bari son günlerim güzel geçsin” deyip kemoterapiyi bırakan son evre kanser hastaları geldi aklıma. -Filmlerde görürüm böylelerini, gerçekte rastlamadım ve bugün kanser araştırmalarının böyle bir pesimizme izin vermeyecek kadar ilerlediğini ümit ediyorum- Böyle bir kafada olmadığını umuyorum Aslı Erdoğan’ın ve umuyorum ki abartmıştır. Ne bileyim, yazar sanatçı takımı abartmayı sever. “Aslı Hanım tamam, salgın azalsın başlarız, çok büyük bir kayıp olmaz” filan demiş olsun mesela doktorları. O da salgından sonra gitsin tedavi olsun. Yazmaya devam etsin. Göründüğü kadar umutsuz biri olmadığına inanıyorum niyeyse. 

Cevahir’in oradaki Starbucks

Cevahir’in oradaki Starbucks neden mümkün değil.

Güzel şeyler neden imkansız.

Şişli’de yürürken, “hayatımın akmadığını” düşündüm. Mesela, dedim, buradan misafirliğe/röportaja/bir eyleme gidiyor olsaydım ya da bunlardan dönüyor olsaydım hayatım akar mıydı?

Geriye dönüp bakınca Siyasal’dan evime yürüdüğüm yollar akıyor. Ama o zaman öyle gelmiyordu muhtemelen. Belki çok nadir, gece vakti Aliki’yi yurda bırakmış eve dönerken veya Milli Kütüphane’den Aliki’nin Bahçelievler’deki evine yürürken “aktığını” hissetmiştim.

Ne yapmalı?

Bir koşturmaca mı lazım yani.

Geçenlerde röportaja gittim ve geldim. O sırada mesela, aktı mı. Tam da akmadı. Hayatın akması her günün diğerinden ayrı olması gibi bir şey. Bir koşturmaca, ama rutinin tamamen dışında bir koşturmaca. Tam bir belirsizlik hali. Asılnda beklenmediklik. Mesela düşününce, Milli Kütüphane ve yurttan eve dönüş, sonrasında belirsizliği içeriyordu. Her iki durumda da evlerdeki nüfusun sayısından habersizdim mesela. Böyle küçük sürprizler vardı, bunlar güzeldi.

Bunun şartları oluşturulabilir.

Ev arkadaşlığı mesela, buna imkan veren bir şey.

Samimi ve ortak arkadaşların da olduğu sosyal bir ev arkadaşı, kişinin hayatını bir şeylere gebe hale getirebilir. Böyle bir ev arkadaşı aslında antidepresan gibi bir şey. Yok, konuyu çok saptırdım.

…Neden mümkün değil.

Gidilemeyen rüya-kent gibi. Mesela Manhattan gibi. Gidilemeyen Manhattan, panoramik bir şey. Gidilince, panoramik olmuyor. Sokak araları ve binalar oluyor. Boyun kadar insanlar oluyor. Üstelik denilene göre çoğu şişman. O şişmanlığın ve gölgelerin arasından yürüyorsun, yer çekimi var, sıcak ya da soğuk var, kokular var ve bunlara batmaktan adım atamıyorsun.

Cevahir’in oradaki Starbucks -içine girmedim hiç- dışarıdan, penceresinden görüldüğü kadarıyla güzel bir şeyler vaat ediyor. Ama içerisi muhtemelen basık ve havasız.

Bu Starbucks’a ulaşılamıyor. 

Ne yazık ki, Gayrettepe de böyle.

Galiba hayat komple böyle.

Bir çözüm, keşke bulunabilse.

ŞŞ