Dün akşam LinkedIn’in sayfalarında aylak aylak gezinirken bir editör yakınmasına rastladım. “O editörler”, diyor, “kitabın yazarı kadar emek…” -tam da öyle demiyor. Editörlerin bombok metinlerden sanat eseri yarattığına benzer -bu kadar iddialı ve eleştirel değil tabii- bir şeydi özetle, yorum yazan herkes hak vermişti. Israrla bir karşıt görüş aradım, bulamadım.
Bilemiyorum.
Kamusal alanda böyle bir tartışma açılacak olsa ağzıma geleni söylerim diye düşündüm: Bana ne be editörün yeteneğinden ve de emeğinden/istedik mi ha? istedik mi?/editör yazsaymış o zaman kitabı/ben yazarı okumak isterim, eksiğiyle fazlasıyla… Hatta kendi bitiriş cümlemi bile tasarladım: “Editör sadece dilbilgisini düzeltmeli”.
Fakat tam bu olayın üstüne bugün editoryal sürecin doğrudan nesnesi oldum ve her söylenene “He!” dedim. Tamam efenim, yaparım efenim, atarım efenim, silerim efenim, sil baştan, en baştan, yeniden, yine yeni yeniden yazarım efenim.
Şimdi omurgasızlığımı eleştiriyorum. Dört duvar arasında sağlam durmak çok kolay. Akran zorbalığına uğradığım dönemlerde de odamdaki eşyaları doğduğuna pişman ederdim.
Hiç değilse ilk kitabını yayınlamanın eşiğinde biri için, editörle didişmek pek akıllı işi değil. Ama düşünmüyor değilim, mesela Latife Tekin, Nabokov, Hasan Ali Toptaş filan, eleştirilmiş midir.
Tek ve nefis bir romanı olan bir yazarla röportaj yapmıştım. Editoryal süreçte metni neredeyse baştan yazdığını söylemişti. Sonuç çok güzeldi, ama ben metnin ellenmemiş halini merak etmiştim. Belki o daha da güzeldi? Ne bileyim.
Nabokov aslında bir röportajında taslaklarının gösterilmesi ricasına karşılık “bu sümüklü mendilleri göstermeye benzer” nev’inden bir cevap veriyor. Düşün adam kendini ne biçim eleştirmiş. Böyle biri sahiden editöre iş çıkarmayabilir.
Peki Leyla Erbil, virgüllü ünlemlerine, soru işaretlerine nasıl ikna edebildi editörleri, ya da ne zaman.
Leyla Erbil belki çok sağlam durmuştur.
Dilbilgisine hakimiyetinin sonsuz güveniyle, “Bu benim tarzım.” demiştir ve editörler ağzını açamamıştır. Benim böyle bir duruşum yok. Hiçbir işimden bu kadar emin olmadım. Sesimi yükselterek savunduğumda dahi beni eleştiren, işime laf söyleyen herkesi Tanrı olarak gördüm, onlara meczupça isyan ettim, Leyla Erbil gibi değil.
Gerçi bu kadın hakkında aslında hiçbir şey bilmiyorum.
Leyla Erbil’in böyle tanrılarla arası nasıldı acaba.
Hiç kendinden şüphe etmiş midir.
Yeteneğinden filan.
Ne bileyim.
“Bu virgüllü ünlemleri soru işaretlerini de yapıyorum ama… Kimse anlamayacak…”
Demiş midir.
Yaprak Dökümü Gözlemi
(Şimdi de 1’den 100’e kadar olan bölümlerini izlemeye başladım yarareyyarareyyararey bu durum beni mahvedecek.)
Leyla delirdikten sonra mini kardeş Ayşe’nin (bu kızın dört yılda oyunculuğunda gram ilerleme olmaması başlı başına yazı konusu) “Niye öyle (deliler gibi) konuşuyo’sun” deyip ağlayarak odasına kaçması çocuk açısından bir dram. Leyla’nın kimsenin kendisine söylemeye cesaret edemediğini duyması da öyle. Bu bana düşündürdü:
Bir çocuğun deliyle yaşaması mı daha ağır, delinin çocukla yaşaması mı.
Neden Annem Değilsin Emily Ratajkowski.
Hamileymiş ve “18 yaşına gelince öğreneceğiz cinsiyetini”, demiş. Bu insan kadınlığıyla barışık ve komplekssiz biri olarak, muhtemelen Queer olmasaydı da çocuğunu zorla kadın ya da erkek yapmaya çalışmaz, ona kadın ya da erkek olmayı reddettiği için çemkirmezdi.
Anneler arası eşitsizlik, sınıflar arası olanından çok daha ağır. Aileden gelen zenginlik kısmını ayrı tutarak söylüyorum, bazılarımızın nefis insanların birlikteliği, bazılarımızın ise asla çocuk sahibi olmaması gereken, insan yetiştirecek mental olgunluğa erişememiş, ne istediğini bilmeyen şaşkınların hatası sonucunda dünyaya gelmiş olması acı.
Bugün biraz Kafka üzerine de düşündüm. Mektuplarından anladığıma göre onun babası da ikinci gruba giriyormuş. Ama adım gibi eminim, kalemi alınca sular seller gibi babasına çemkiren Kafka Bey, babasının karşısında o yazdıklarını söylemeye cesaret edebilse, söylediklerine kendi de inanmazdı. Böyle ana/babalar çocuklarını her şeyden şüphe ettirmeye kadirdir, ona karşı çıkmak yer çekimine karşı çıkmak gibidir, arkasından mantıklı konuşulur ama muhatap olunduğu an 0-3 yaş arasına dönülüp boyun eğilir. Tek çözüm düşündüklerinin doğruluğuna onu da ikna etmek olabilir ama bu da hülle gibi bir şeydir sanırım.
Zaten Kafka’nın babası, mektupta anlattığı gibi biriyse, ikna filan da olmazdı.
Hazin.
ŞŞ
SKYND yeni şarkı yapmış ama bence olmamış.