Bilmediğini Anlatanlar ve Bilmediğini Anlatanların Eleştiricileri

Sosyal medyada Kırmızı Oda’yı gömenlerin Bir Başkadır güzellemeleri kısa zamanda beraberinde Bir Başkadır gömmelerini getirdi. Güzellemecileri de gömenler sayesinde (en son Nihal Yalçın “abartmayın” buyurmuş) güzel bir eleştiri girdabına girdik. Böyle hoşlukar nadiren oluyor. (Nuri Bilge Ceylan film çektiğinde, Orhan Pamuk kitap yazdığında vs.) İyi oldu böyle. Ortalık şenlendi.

Son olarak Perihan Mağden’in eleştirisini okudum. Bu kadında oturmamış bir Leyla Erbil’lik var. PC’liğe gönül indirmeyişi -Cem Gariboğlu yazısında bunu fazla mide bulandırıcı bir noktaya getirmişti- ve çocuk-salak gibi güzel kelimeler türetmesi (tiyatrolamak deyivermiş mesela bu yazısında da) hoşuma giderdi -C. G olayına kadar, sonra cidden ürktüm bu insandan. Fakat PM’nin eleştirilerinin çoğunun gelip dayandığı samimiyet sorgulaması, mesaj kaygısı dedektifçiliği ve tesadüflere tahammülsüzlük hali beni düşündürüyor ki Yazı Tura üzerine yazdığında da düşündürmüştü. (“Bari askerde vurulan kız Kürd kızı olmasaydı!”)

Bir Başkadır’daki tesadüflere Ekşi’de de çok laf söylediler. Buna biraz kırgınım. Çünkü en azılı tesadüf karşıtı dahi herhalde yolların kesişimine inanır -çünkü illa ki bir yerde kesişir. Senaryodaki boşlukları doldurmak için tesadüflere bel bağlanması can sıkar tabii ama senaryonun kendisi sadece o kesişimin hikayesi olduğunda -ne bileyim, uç bir örneği Babil olabilir mesela- bence buna dellenmek gereksiz. Bir yere varmayan mini tesadüflere kızmak da bence bir o kadar yersiz.

Bu dürtüye tembel senaristlerden bezmiş gereksiz eleştirmen ayıklığı (TSBGEA) adını vericiğim. Böyle bir dürtü var ülkemiz eleştirmenlerinde. Çok fazla tembel senariste maruz kaldıkları için (Yaprak Dökümü’ndeki Oğuz’un kısacık bir zaman diliminde esas karakterlerin hepsiyle tanış çıkması, neredeyse her dizide karakterlerin telefon konuşmalarının kapı arkasından dinlenmesi, tam aldatırken yakalanmaları, adamın yattığı kadın aslında meğer eski yattığının bilmem ne derken cinayetler/intiharlar vs.) bazılarında böyle bir refleks gelişmiş. Şirin tesadüflere de kızıyorlar.

Bence Meryem’in terapistinin, Meryem’in temizliğe gittiği evdeki adamla takılan kadının danışanı olması ‘şirin tesadüf’tü. Zararsız bir senarist oyunbazlığı. Senaryoda gerekli bir şey değildi. Bu tesadüften bir şey çıkmadı nitekim. (Son bölümde bir şeyler olabilir gerçi bilmiyorum) Neyse. Bu o kadar şey değil. Başka bir şey düşündürdü beni.

Hikaye Anlatan Beyaz Türk vs “Hikayede Boşluklar Var” Diyen Beyaz Türk

Şimdi bu ikincisi var. Gerçekten var. Sınıflar arası hikaye anlatıcılığını kıvıramayanlar var, sanırım bunu tartışan yok. Mesela bir best seller yazar “bu romanımda ibneleri anlattım, çok değişik bir dünyaları var ama bize de benzeyoğöğ” dediğinde veya Afili Filintalardan biri “amlıların dünyası”nı bilmemekten (bu yüzden sadece erkekleri anlattığından) bahsettiğinde sahiden sırıtıyor ki genelde yazar olmamışlığını baştan kendisi itiraf ediyor. Ama kıvırabildiğini düşündüğüm -Mesela Orhan Pamuk, mesela NBC, mesela bence Berkun Oya da öyleymiş- kişilerin fazla insancıl ve kültürlü alt sınıf tiplememeleri de yine kendi sınıflarındaki bir takım eleştirmenler (hatta bunlar özeleştirmen bir anlamda) tarafından kabul görmüyor.

Benim aklıma takılan, Ukala Beyaz Türklerin halkımız insanı tasvirlerini olmamışlıklarından ötürü eleştirip “o öyle değil işte” diyen Özeleştirel Beyaz Türkler’in bu olmamışlığı nasıl anladığı. Çünkü anlatılamayan onların dünyası da değil. Ama mesela “Meryem, o ney lan, gerçekçi değil” çıkışı Meryem karakterinin türetildiği dünyadan değil de -ya da gerçek Meryemgiller sosyal medyaya hakim olmadığından/kalem tutmadığından/Bir Başkadır izlemediğinden veya oradaki tiplemeyi beğendiğinden sessiz kalıyor- Beyaz Türklerden geliyor:

-Anlatamadın orası öyle değil.

-Onların dünyasını anlatamadığın çok bellü.

-Onların dünyasını estetize etmişsin, elit ve sınıfsal olarak yukarda olmanın verdiği iyimserlikle filan.

-Öyle bi’ Meryem yok, öyle hocalar yok, ayrıca türban eylemlerinin üzerinden çok sular aktı.

Bu Beyaz Türk’e bir tık daha saygı duyabiliriz, bu da halkını tanımıyor ama en azından bilmediğini biliyor.

Meh.

Kendi adıma, farklı sınıftan/kırsal kesimden/muhafazakar ailelerden birilerinin arasına her düştüğümde “oha bize benziyorlar” mini-aydınlanmaları yaşarım. (Hala da utanmadan yaşamaya devam ediyorum) İlk mini aydınlanmamı 14 yaşındayken güle oynaya cinsellikten konuştuğum, biri tesettürlü olan kadınlar arasında yaşamıştım. Bu benim ilk “Aa seksten gülerek bahseden türbanlılar da var” deneyimim olmuştu.

Orta ölçekli bir aydınlanmayı üniversite yıllarında bir hafta kadar evinde kaldığım Diyarbakırlı ev arkadaşımın evinde yaşamıştım. Döndüğümde bu aydınlanmamdan -“Ya bize benziyolar böyle kavgaları şakalaşmaları filan aynı yaneee, çok acayipti”- bahsettiğim sosyalizm sevdalısı arkadaşlarımın sinirlerini zıplatmıştım. Ama görüyorum ki orada geçirdiğim bir haftadan bir öykücük/filmcik filan yapsam ben de Özeleştirel Beyaz Türk eleştirilerinden nasibimi alacağım.

Çünkü mesela belki, bir hafta turist olarak orada yaşamak Kürtlerin merkezinde olduğu bir hikaye anlatmaya yetmez.

Böyle düşünüyorum biraz. Ama yazarın beceriksizliği ve bildiğinden ne kadar fazlasını anlatmaya cüret ettiğiyle de alakalı bir şey bence bu. Yani ne bileyim. Bir hafta kek börek yiyip dönünce “şuraya bir de bizimkızdağagitti katıvereyim” dersen sırıtabilir evet. Ama Bir Başkadır’da bu kadar iddialı bir hikaye görmedim ben. (Gerçi son bölümü izlemedim, en çok onu gömmüşler) Meryem’in gerçekçi olmayışının neye dayanılarak eleştirildiğini de cidden anlamıyorum. On Years Challenge dalgasından sonra hele, gerçekten anlamıyorum. Niye olmasın ki lan. Türban dinamik bi’ şey, so as Meryem.

Bir Başkadır ney.

Son olarak sorguladığım şöyle bi’ şey var. Acaba bu dizide sahiden Mevlanavari bir mesaj var mı. Adındaki gönderme sahiden, aynı gemideyiz/bu memleket/teröristiyle/çetecisiyle/tecavüzcüsüyle/siyasal İslamcısıyla/keranacısıyla gibi bir şeye varıyor mu. Varmak zorunda mı. Ben bu baskıyı hissetmedim mesela, ama bir kısım eleştiricilere göre -ki bunların çoğu aynı zamanda TSBGEA ile malul- he, öyle olmak zorunda.

Ço’ ilginç bir eleştirici bu. Zincire vurulmayı sevmiyor ama prangasını kucağında taşıyor. Before The Rain’i de aynı mantıkla gömebiliriz o zaman mesela. İzleyici mazallah kediyi parçalayan o.ç’ye bile farkına varmadan sempati duyabilir çünkü. Fakat kurgu çok hikmetli. Bir Başkadır’da izleyiciye “püğğ buna mı empati yaptım” dedirtecek denli zarif bir kurgu yok. Ama yani, eleştirici, sevmek zorunda değilsin karakterleri. O “seveceksin” baskısını yapan senarist değil de senin koşullandırılmışlığın olabilir yani. Düşün bir. Psikolojik şiddetçi adamı, AKP yanlısı ablayı, Saldıray’ı filan, sevmeyebilirsin. Mümkün.

Kendini Bilmeyen İzleyici

Bence biz hep zorunda bırakıldık. Berbat diziler ve o kadar berbat olmasa da eh işte filmlerle izleyiciye karakterlerin hep siyah ve beyaza fazla yakın tonları gösterildi. Sağı solu belli olmayan, iyi mi kötü mü anlamadığımız, gizemli -GOT’ta çok vardı böyleleri- tiplere çok az maruz kaldık. Bu maruziyette ne üretsen ille de bir yere oturtulacak gibi. Yazık. Belki bu genel bir sorun.

Ben mesela terapistime bundan yakınırdım sevgili blog:

Ortalık yerde tırnaklarımı törpüledim, beni yargıladılar, demek ki haklılar.

Terapistim derdi ki: Haklı olabilirler ama sen niye takıyon buna. (Bu senin özgüven sorununla ilgili)

Haklıydı.

ŞŞ