Baba Zula, Jackie Brown, BoJack Horseman, Uykusuzluk

Y.rak kafalı gençler

Baba Zula çocukluğumdan beri var. Tuhafıma gidiyor. Küçükken kuzenimin arkadaşlarından duyardım, biraz ürkerdim. Benim yaşım barlara girmeye tutmazken “gençler” babalı zulalı konserlerde içip dağıtıyordu. Alkol, seks, Baba Zula, üff, ne hayatlar, İstiklal, Kemancı, Zincir…. Gençler o zaman da uzaylı gibi geliyordu, şimdi de öyle. Halbuki bir ara genç olmuş olmam lazım. Neyse, Baba Zula hala var ve bu tuhafıma gidiyor. Geçtiğimiz günlerde Şişli’ye geldiler. Güzel güzel şarkı söyleyip gittiler. Ben yine kafamı taktığım şeyi düşündüm. İnsanın kafayı taktığı bir şey olması çok kötü. Baba Zula konserinde bile sürekli aynı boku düşünüp duruyorsun.

Neyse, Jackie Brown filmine de sanırım kuzenimin arkadaşları götürmüştü. 9 10 yaşında filandım. Ablalar kendi aralarında konuşuyordu ve ben müthiş sıkılıyordum. Sonra “sinemaya gidelim” deyiverdi içlerinden biri. Müthiş sevinmiştim. Gazetenin sinema sayfasını açtık. Afişinde topu potadan geçiren bir köpeğin olduğu filmi gözüm kesti, diğerlerinin de onu beğeneceğini umdum (nihayetinde yanınızda çocuk var değil mi aq) ama kuzenimin g.t arkadaşları Jackie Brown’u seçti. İtiraz edecek oldum, kızlardan biri “ama tatlım başka film de yok ki!” dedi, köpekli filme fiske vurup “yani buna mı gidecez şimdi uahahahaha” diye güldü. Sonuç olarak izlediğim ilk Tarantino filminden bir b.k anlamadım. Too bad, seks ve alkol için yaş sınırı var ama sinema için yok. Tarantino önyargımı 20’li yaşlarımda kırabildim, Jackie Brown’u izlemeye cesaret edebilmem içinse 20 yıldan fazlası gerekti.

Güzel filmmiş.

BoJack Horseman

İngilizcem yetmediği için büyük ölçüde kaçırıyorum ama arada bir yakaladığımda anlıyorum: Bu dizide çeviride kaybolan çok fazla güzel espri var. Hazin. İngilizcemi mükemmelleştirmek yerine Japonca öğrendiğim için bazen şüpheye düşecek oluyorum ama BoJack seviyesi için çalışılabilecek bir kitap yoktur sanırım, direkt ülkeye filan gitmek lazım. Tokyo’ya gidebilecek miyim acaba. Tokyo’da bir hayatım olacak mı. Yoksa o canım başkent de sadece mutsuz ve çaresiz hissettiğim anlarda aklıma getirip “İyi ki orası var” dediğim teselli-kentlerden biri olarak mı kalacak. Bazen bir resmin ardına düşüyorsun ve içine girince, etrafını görünce yani, ne bileyim, kadrajın dışındakiler o kadar sıkıcı ve monoton oluyor ki, ben, diyorsun, buraya ne diye geldim. Ben bunu istememiştim. Fotoğraflarda çok daha güzeldi.

Anadolu Yok

Güzel filmdi ve Tokyo’yu düşünürken aklıma geldi. Sanıyorum Bülent Üstün’ün bir karikatürüydü, ABD seyahatini anlatıyordu: “Çok ilginç meğer aslında Amerika diye biyer yokmuş”. Havaalanında şapkalı gözlüklü pardesülü adamlar onu bir odaya kapatıp kimseye Amerika’nın olmadığını söylememesi için tehdit ediyorlar, eline fotoğraflar, anahtarlıklar, New York kartpostalları filan tutuşturup gönderiyorlar: “Al, arkadaşlarına bunları göster! Bunlardan hediye et! Eğer söylersen s.çarız ağzına!”

Acaba Anadolu Yok’un yönetmeni bu karikatürü görmüş müdür, esinlenmiş midir.

Veba Geceleri’ni Okuyamıyorum

Artık günde sadece 100-150 sayfa okuyabildiği için yakınan Aliki’ye Veba Geceleri’ni haftalardır okumaya çalıştığımı ve bir türlü içinden çıkamadığımı söyledim. Kristeva bile bu kadar zorlamamıştı. 160. sayfadayım ve biraz olsun ilgimi çekmeyi başaran yegane karakter kitabın başında öldü, o zamandan beri ne olup bittiğini anlamıyorum. Var olmayan bir evrende, okurun kendini özdeşleştiremeyeceği karakterlerin hikayesini anlatarak O. P. nereye varmak istemektedir. Gerçekten anlamıyorum.

Aliki dedi ki, sıkıcı diyen 5. kişisin okuma siktir et. Ben de öyle yaptım. Ceza olarak okumadığım eski kitapları çıkarıp onlardan birine yeniden giriştim. Şimdilik iyi gidiyor. Bakalım. -Salak başlığı değiştiremiyorum. Veba Gecelerini’de ekleyecektim halbuki. Neyse.

ŞŞ