
Dün Aliki’yle Atlas’ta izledik. Seyirci duygulandı müziği duyunca. Ekranda Godfather yazınca alkışladı. (Star Wars 7’de de böyle olmuştu) Bitince de alkışladı. Ben utandım ve katılmadım. (O zaman da utanmıştım) Larger than life insanlar avuçları patlayasıya alkışlar. Her vesileyle şenliğe katılır. (Bence çok mutlu olmak lazım böyle şeyler için) Neyse yani güzel film. Üçüncü ya da dördüncü izleyişim olmalı. Neredeyse her sahnesi ölümsüzleşmiş. Boş sahne yok. Böyle filmler çekilmiyor artık. Uzun uzun boşluklar, sessizlikler –
Rahatsız etmeyen dolu
Godfather gibi filmler çekilmemesi dehanın tavsamasıyla mı ilgili yoksa modernleşmeyle mi. Six Feet Under’daki Ruth, çiçek yapma kursunda bir buket hazırlamıştı ve hoca yanına gelip nefes alacak yer olmadığına benzer bir şey söylemişti. Sonra kadın boşlukların önemini anladı. Boşluklar güzel, iyinin altını çiziyor kimileyin. Ama aşırı iyi? Altı çizilemeyecek denli iyi? Olabilecek en iyi yani? O, takdir edilmek için vasata ihtiyaç duymaz. O zaman boşluk filan da gerekmez. Bugünkü sinema dehaları eskiler kadar süper değil mi, yoksa çağın ruhuna uymak için mi uzun sessizliklerden medet umuyor. Bunu düşünüyorum, öylesine. (Sanki ciddi ciddi düşünsem Godfather gibi bişi çekecem -üşengeçlik megalomaniyi körüklüyor)
Fiyatlar
Sigaramın fiyatını unutmuşum. Dün “Ne kadardı?” dedim, 25’miş. “27 değil miydi, zam geri mi çekildi?” Yo, çekilmemiş. Bugün bira alırken aynı şey oldu. 23’ten aldım. “25 olmamış mıydı?” Olmamış. Garip zamanlar. Oturduğum apartmandaki dairelerde kiralar arası fark fazla açıldı. Benden 5 kat aşağıda, kot 2’de oturan komşumun kirası benimkinin neredeyse iki katı. Alt çaprazımdaki daire yabancılara kiralandı, benim ödediğim kiranın dört katını ödüyorlar. Bu enflasyon b.ku birilerini ciddi zengin edebilir. “Birilerinin kriz gördüğü yerde fırsat gören” insanlar için güzel zamanlar olmalı.
Devrimcilerin nostalji düşmanlığı
Kendilerine devrimci demeseler de, devrimcilere duydukları süper saygıları dolayısıyla “devrimci” olduklarına kani olduğum birkaç kişinin nostaljiye nefretini işitmişliğim var. S.kerim nostaljiyi havasındaydılar. Sebebini çözemiyorum. Bir de yanılmıyorsam 140 Journos’un son videolarından birinde konuşmacılardan biri (Levon Bey?) şuna benzer bir laf ediyor: “İnsan geçmişteki kendisini özler geçmişin kendisini değil”.
Yahu, değil be.
Ben kendim çok boktandım mesela 90’ların ortalarında fakat 90lar şeker gibiydi. Sırf İstiklal’deki ağaçlar, Sinem Han ve Serkildoryan yerinde olduğundan ve Kızılkayalar henüz günahsız olduğundan da değil. Sonra Paris çok güzeldi 2010ların ortasında ama ben yine tadına varamamıştım çünkü işsiz ve yalnızdım. -Ki Paris 10 yıl öncesinden çok da farklı değildir yani burada mesele nostalji değil. Burada mesele bence insanın “şimdi ve burada” duygusuyla geçinememesiyle ilgili, ki bu yüzden “carpe diem” totoloji değil aforizma gibi algılanıyor, anı yaşa ama içinde olduğun rezil anı değil, içinde olmadığını.
“Şimdi, burada” abartılıyor
Asıl güzel olan “şimdi, orada” olmak.
“Şimdi orada” olmayı çok isterdim, orası neresi olursa olsun, o yüzden Baudlaire’e nerede değilse orada iyi olacakmış gibi gelmiş, o yüzden Şanar Bey Şimdi İstanbul’da olmak istemiş (anasını satayım), Nazım Hikmet’in Piraye’yi uzaktan düşünmesi, şiirler yazması filan hep ondan. -Ne istediğini bilmediğinden filan değil. Bence.
Peki bu s.kimsonik paradoks psikoterapiyle çözülebilir mi.
Veya insan şimdi burada olup da şimdi orada gibi hissedebilir mi. -Balkonda ve denizde sanki olabiliyor. -Bunları çoğaltmalı. -Bunlar insanın mekandaki kendilik algısını şaşırtıyor, iyi geliyor.
Geçmişte gibi hissettiren yerler
Benim için, Sıracevizliler, Sıraselviler bir de Gayrettepe. Oraları çok seviyorum lan. Oralar hiç bitmesin.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.