
Geçen hafta Aliki İstanbul’a geldi. Akşam yemeğe çıktık, sonra sahilde kahve içelim dedik, sahildeki tıklım tıklım cafelerde yer bulamayınca ona Ortaköy ve Beşiktaş arasında kalan ve içinde oturursak denizi izleyebileceğimiz cici bici cafe’den (Feriye) bahsettim. Tercih eder miydi? Neden etmesindi. Yürüdük. Yarım saat. Korkunçtu. (Aliki yolculuğumuz sırasında “İstanbul’un cehennemi eğlence kültürü”nden yakındı, daha önce geldiğinde bu kadar kötü değildi) İnsanlar kafalarını, bacaklarını, kollarını arabaların çeşitli yerlerinden çıkarıyor, martılar kaldırımdan, insanlar caddeden yürüyor, kıllı adamlar tarih öncesi bir Türkçeyle bağırıyordu. Dikkatimi çeken Aliki ve benim ödümüzü patlatan bütün bu korkunçlukların turistlere “eğlenceli” görünmesiydi. Onlar yolda darbuka çalmaya çalışan veya arabalardan fırlayıp bağıran kafalara gülümseyerek bakıyor, woaaaa, yeaaaaa gibi sesler çıkarıyordu.
Kabataş Lisesi’ni geçince Cafe’nin sandığım gibi ortada olmadığını, hatta neredeyse Ortaköy girişinde olduğunu fark ettim, üstelik cafe ve restoranın kapanış saatlerini karıştırmıştım. O kadar yolu geri dönmeye mecalimiz olmadığından saçma sapan bir “Ortaköy’de oturalım bari” teklifinde bulundum. İlk kez bayram haricinde Ortaköy’e gelmiştim, dehşetliydi.
Ortaköy aşırı kötü bir yermiş
90’larda Ortaköy’e geldiğimde “gençleri” görüp çekinirdim. Sanki diğer semtlere göre burada gençlerin sayısı yaşlılardan ve çocuklardan daha fazlaydı. Gençler Metallica tişörtleri filan giyer, ağaç kenarlarına oturup bira içerdi, kafaları renkli tokalı kadınlar, uzun saçlı adamlar “abi” diyerek konuşurdu. 90’ları aktif anlamda yakalayamadığım için üzülüyorum. Belki yine gömlek giyer saçımı da atkuyruğu yapardım, küçük çocukların ilgisini çekmezdim, ama Ortaköy’ü en azından Kadıköy kadar sevebilirdim. Bu kalabalık, bu kokular, bu gürültü, tatsız yemekler ve çay… Üzücü.
Vasiyet ayarları değişikliği
Geçenlerde “Facebook şifreniz…” diye bildirim aldım. Durduk yere. İşkillendim ve güvenlik ayarlarımı değiştirdim, girmişken “ölümümden sonra ne yapılacağı” kısmına da tıkladım. (Çünkü ya öldüm sanılırsam ve hesabım iyi niyetle ailemden birilerine verilirse, sonra ölmediğim anlaşılırsa ve ömür boyu bu utançla yaşamak zorunda kalırsam) Feysbuk bana pis pis sorular sordu ve iki şık ortaya koydu:
Ölümümden sonra hesabımı yakınlarıma bla bla…
Ölümümden sonra hesabımı sil.
Lan, aşırı sinir oldum. Ölümlü olduğum bana hiç bu kadar açıkça bildirilmemişti. Ne kadar emin olsa da insan, bazı şeyleri açık açık söylendiğinde idrak ediyor. Seçmesem yine idrak etmeyebilirdim ama gittim ikinciyi seçtim. Çat diye bildirim geldi ölünce hesabınız silinecek diye. Bok. Şimdi bunun derdindeyim.
Aslında memeyi düşünüyorum
Aliki’nin önerisi üzerine Haset ve Şükran’ı okudyorum. Ya ben bunu daha önce okumuşum ya da bir yerlerde alıntısını görmüşüm çünkü “Yorum niçin bu kadar geç gelmiştir, üstelik çok da uzundur.” cümlesi aklımda kalmış. İşte Kırmızı Oda’da görmek isteyeceğimiz bir replik:
“Yorum niçin bu kadar geç geldi doktore hanım? Üstelik çok da uzun. Sizin yüzünüzden çağrışımlarımı da unuttum!”
Bu kısa ve acılı kitabı bitirmeye çalışıyorum koridorlarda emeklerken kafasını duvarlara çarpan bebe hayali eşliğinde. O bebenin memeyle kurduğu ilişkiyi çözersem benliğim bütünleşecekmiş, analist tüm benliğime seslenebilecekmiş ve terapi bir şeye yarayacakmış. Hazin. Çocukluğuma inmek için bu kadar debeleneceğimi bilseydim o dönem daha dikkatli olurdum.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.